Zamanın Büküldüğü Yıl: İnsanlık Nereye Evriliyor? (part 1)
Zamanın Yeni Ritmi ve İnsanlığın Yol Ayrımı
“Zamanın bükülmesi” metaforu, içinde yaşadığımız çağın en belirgin özelliklerinden birini, teknolojik değişimin baş döndürücü hızını ve bu hızın birey ile toplum üzerindeki derin, sarsıcı etkilerini ifade eder. Bu, yalnızca olayların birbirini daha süratli takip etmesi değil, aynı zamanda zaman algımızın, deneyimlerimizin ve varoluşsal koordinatlarımızın temelden bir dönüşüme uğramasıdır. Our World in Data platformunun kurucusu Max Roser’in de vurguladığı gibi, teknoloji, özellikle uzun bir tarihsel perspektiften bakıldığında, dünyayı bir insan ömrü içinde tanınmayacak kadar çarpıcı biçimde değiştirebilme potansiyeline sahiptir. Gerçekten de son yüzyılda çocuk ölümlerindeki dramatik düşüşler, ortalama yaşam süresindeki belirgin artışlar ve aşırı yoksulluk içindeki nüfus oranının azalması gibi göstergeler, bu teknolojik ilerlemenin doğrudan sonuçlarıdır . Ancak bu değişim, yalnızca olumlu gelişmeleri değil, aynı zamanda yapay zekâ gibi alanlarda ortaya çıkan belirsizlikleri ve riskleri de beraberinde getirmektedir. Fütürist Ray Kurzweil’in “Hızlanan İadeler Yasası” (Law of Accelerating Returns) olarak adlandırdığı kavram, bu ivmenin sadece doğrusal bir artış göstermediğini, aksine üstel bir karaktere sahip olduğunu öne sürer. Öyle ki Kurzweil, 21. yüzyılda “bugünün hızıyla 20.000 yıllık bir ilerlemeye” tanık olabileceğimiz bir gelecek tasavvur eder . Bu “bükülme”, zamanın dokusunda bir yırtılma, bir yoğunlaşma ve belki de bir kırılma anlamına gelir.
Bu baş döndürücü değişim çağında, insanlığın nereye evrildiği sorusu entelektüel ve varoluşsal bir aciliyetle karşımızda durmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz, yalnızca teknolojik bir ilerleme değil; aynı zamanda bilişsel, toplumsal ve belki de türümüzün özünü ilgilendiren köklü bir evrimsel yol ayrımıdır. Bu deneme, söz konusu evrimin temel dinamiklerini, bireysel ve kolektif yaşamlarımız üzerindeki yansımalarını ve insanlığın gelecekteki rotasını belirleyebilecek potansiyel yönelimleri irdelemeyi amaçlamaktadır.
2023 yılı, bu “zaman bükülmesinin” ve insanlığın karşı karşıya olduğu dönüşümün sembolik bir miladı olarak kabul edilebilir. Özellikle üretken yapay zekânın (Generative AI) yaygınlaşması ve yeteneklerindeki sıçrama, bu yılı bir dönüm noktası haline getirmiştir. Uzmanların, üretken yapay zekâyı “yeni bir YZ güdümlü Sanayi Devrimi aşaması” olarak nitelendirmesi, yaşanan değişimin büyüklüğünü ve derinliğini ortaya koymaktadır . Bu yeni teknolojik dalganın işgücü piyasaları üzerindeki dönüştürücü etkileri, emeğin ulusal gelirdeki payını kalıcı olarak azaltma potansiyeliyle dikkat çekmektedir . Nitekim ABD Philadelphia Merkez Bankası ekonomistleri, yapay zekânın önceki teknolojilerin aksine daha çok mevcut insan işlerini otomasyona yönelttiğini ve verimlilik artışının meyvelerini daha ziyade sermaye kesimine sunarak emeğin milli gelirdeki payında “ömürlük bir düşüşe” neden olabileceğini vurgulamaktadır . Benzer şekilde, üretken YZ’nin eğitim sistemlerini yeniden düşünme zorunluluğunu doğurması ve genel toplumsal yapı üzerindeki öngörülemeyen sonuçları, insanlığın evrimsel patikasını tayin etmede kritik bir rol oynayacaktır . Yapay zekâ alanındaki gelişmelerin hızı o denli baş döndürücüdür ki, on sekiz ay önce yapılan bir eleştirinin bugün geçerliliğini yitirmesi, bugünün kalite sorunlarının ise bir sonraki on sekiz ayda anlamsızlaşması şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır. Bu durum, “zamanın bükülmesi” metaforunun somut bir tezahürüdür ve adaptasyon kapasitemizi ciddi biçimde sınamaktadır.
Kurzweil’in “20.000 yıllık ilerleme” öngörüsü ve Roser’in “bir ömür içinde dünyanın çarpıcı değişimi” tespiti, niceliksel bir hızlanmanın ötesinde, niteliksel bir dönüşümü, hatta mevcut sürekliliklerde bir kopuşu ima eder. Üretken yapay zekânın yeni bir Sanayi Devrimi olarak tanımlanması , önceki devrimler gibi, sadece üretim biçimlerini değil, toplumsal yapıları, kimlikleri ve yaşam biçimlerini de temelden değiştireceğine işaret eder. Bu değişimlerin baş döndürücü hızı, bireylerin ve kurumların uyum sağlama, değişimleri anlamlandırma ve geleceğe yönelik bir yön belirleme kapasitelerini aşabilmektedir. Geçmiş deneyimlere dayalı öngörü modelleri ve adaptasyon stratejileri, bu yeni ve karmaşık gerçeklik karşısında yetersiz kalabilir. Dolayısıyla, “zamanın bükülmesi” olgusu, sadece bir hızlanma meselesi olarak değil, aynı zamanda insanlığın deneyimlediği sürekliliklerde bir kırılma, bir kopuş ve bunun sonucunda ortaya çıkan derin bir yönelim krizi olarak da anlaşılmalıdır. “İnsanlık nereye evriliyor?” sorusu, tam da bu krizin kalbinde yer alır; çünkü evrimin istikametini tayin edecek sabit referans noktaları giderek belirsizleşmekte, hatta kaybolmaktadır. Bu durum, basit bir “ayak uydurma” sorunundan çok daha öte, temel bir varoluşsal ve epistemolojik meydan okumayı temsil etmektedir. Roser’in vurguladığı gibi, teknoloji sağlık, tarım ve yoksullukla mücadele gibi alanlarda yaşam koşullarını önemli ölçüde iyileştirirken, aynı zamanda nükleer silahlar ve yapay zekâ gibi varoluşsal riskleri de beraberinde getirmektedir . Bu ikilem, yönelim krizini daha da derinleştirmekte ve geleceğe ilişkin bilinçli tercihler yapma sorumluluğumuzu artırmaktadır.

2. Hızlanan Şimdi: Algılanan Zaman ve Teknolojik Kasırga
İçinde bulunduğumuz çağın tanımlayıcı özelliklerinden biri, zamanın algılanış biçimindeki köklü değişim ve bu değişimin arkasındaki itici güç olan teknolojik ivmelenmedir. Ray Kurzweil’in “Hızlanan İadeler Yasası” olarak kavramsallaştırdığı olgu, bu durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Kurzweil’e göre, teknoloji de dâhil olmak üzere evrimsel süreçler, pozitif geri besleme döngüleri aracılığıyla üstel bir hızla ilerler. Bir önceki aşamada geliştirilen daha yetenekli yöntemler, bir sonraki aşamanın yaratılmasında kaldıraç görevi görerek ilerleme oranını katlayarak artırır. Hatta Kurzweil, bu üstel büyüme oranının kendisinin de üstel olarak arttığını, yani bir “çifte üstel büyüme” yaşandığını iddia eder. Bu teorik çerçeve, onun 21. yüzyılda “bugünün hızıyla 20.000 yıllık ilerleme” gibi radikal öngörülerinin temelini oluşturur. Kurzweil, insanların geleceği genellikle mevcut değişim hızının doğrusal bir devamı olarak algıladığını (sezgisel doğrusal bakış açısı) ancak gerçekte tarihsel gelişimin üstel bir karakter taşıdığını (tarihsel üstel bakış açısı) vurgular. Bu üstel bakış açısı, Wright Yasası ve Moore Yasası gibi teknolojik ilerlemenin belirli alanlardaki hızını tanımlayan gözlemlerle de desteklenir.
Max Roser ise Our World in Data platformundaki çalışmalarıyla, teknolojik değişimin somut sonuçlarını ve insan yaşamı üzerindeki etkilerini istatistiksel verilerle gözler önüne serer. Roser, çocuk ölümlerindeki dramatik azalma, ortalama yaşam beklentisindeki önemli artış, küresel yoksulluk oranlarındaki düşüş gibi pek çok olumlu gelişmeyi büyük ölçüde teknolojik ilerlemeye bağlar. Örneğin küresel çocuk ölümlerinin oranı 1800’lerde %40’lar düzeyindeyken 2021 itibarıyla %4’e kadar düşmüştür . Tıbbi inovasyonlar, tarımsal teknolojilerdeki gelişmeler, enerjiye, temiz suya ve sanitasyona erişimdeki iyileşmeler, milyarlarca insanın yaşam kalitesini dönüştürmüştür. Ancak Roser, bu ilerlemenin madalyonun diğer yüzünü de ihmal etmez: Teknoloji, aynı zamanda nükleer silahlar ve potansiyel olarak yapay zekâ gibi insanlığın karşılaştığı en büyük tehditlerden bazılarını da ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, Roser’e göre bu riskleri etkin bir şekilde yönetebilmek için “iyi yönetişim, teknolojinin kendisi kadar önemli olabilir” .
Bu baş döndürücü hızlanmanın gündelik hayata ve toplumsal yapılara yansımaları çok katmanlıdır. Bireyler, sürekli olarak yeni teknolojilere adapte olma, yeni beceriler edinme ve eskimiş bilgilerini güncelleme baskısı altındadır. Clay Shirky’nin “filtre başarısızlığı” kavramı, bu bilgi bombardımanı karşısında anlamlı olanı ayırt etme zorluğunu ifade eder. Shirky, modern çağın asıl sorununun **“enformasyon aşırılığı” değil, “filtre yetersizliği” olduğunu dile getirir. Gutenberg’in matbaayı icadından bu yana insanların, aslında başa çıkabileceklerinden çok daha fazla bilgiye erişebildiği bir gerçekti; ancak yakın geçmişe dek sosyal normlar, editöryal süreçler, uzmanlık kurumları ve iletişimin görece yavaşlığı gibi faktörler, doğal bir filtreleme mekanizması işlevi görüyordu . Dijital çağda ise bu geleneksel filtreler yapısal nedenlerle işlevini yitirmekte veya zayıflamaktadır. Sonuç olarak, bireyler alakasız, yanlış, yanıltıcı veya manipülatif bilgilerle boğuşmak zorunda kalmaktadır. Shirky’nin özlü deyişiyle: “Artık yaşadığımız sorun enformasyon fazlalığı değil, filtrelerin iflasıdır” .
Toplumsal kurumlar – eğitim sistemleri, hukuk düzenlemeleri, siyasi yapılar – bu teknolojik kasırganın hızına ayak uydurmakta zorlanmakta, bu da zaman zaman yönetişim krizlerine ve toplumsal adaptasyon sorunlarına yol açmaktadır. İş dünyası ise sürekli bir inovasyon ve “yıkıcı değişim” döngüsü içinde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır; eski iş modelleri hızla geçerliliğini yitirirken, yenileri beklenmedik bir süratle ortaya çıkmaktadır. Üretken yapay zekâ, bu teknolojik ivmeyi daha da artıran ve dönüştüren bir katalizör görevi görmektedir. Kurzweil’in bahsettiği “bir sonraki aşamayı yaratmak için kullanılan daha yetenekli yöntemler” noktasında, üretken YZ mükemmel bir örnektir. 2023 yılından itibaren büyük dil modellerinin, görüntü ve ses sentezleyicilerin ve diğer üretken YZ araçlarının sayısında ve yeteneklerinde adeta bir patlama yaşanmıştır. Ekonomik açıdan bakıldığında, üretken YZ’nin “emeğin ulusal gelirdeki payını kalıcı olarak azaltabileceği” yönündeki uyarılar dikkate değerdir . Bu, sadece belirli meslek grupları için iş kayıpları anlamına gelmez; aynı zamanda gelirin sermaye ve emek arasındaki dağılımını yeniden şekillendirerek mevcut eşitsizlikleri derinleştirme potansiyeline sahiptir. Toplumsal düzeyde ise, yapay zekânın karar alma süreçlerine giderek daha fazla entegre olması, otomasyonun hayatın her alanına yayılması ve insan-makine etkileşimlerinin doğasının temelden değişmesi gibi derin etkiler beklenmektedir. Üretken YZ, teknolojik kasırganın sadece bir parçası değil, aynı zamanda onu besleyen, yönünü değiştiren ve hızını artıran temel bir dinamiktir. Yapay zekânın, “önceden insanlar tarafından yapılan görevlerin otomasyonuna yol açması” ile “halihazırda otomatikleştirilmiş görevlerin verimliliğini artırması” arasındaki hassas denge, emeğin geleceği ve toplumsal refahın dağılımı açısından kritik öneme sahip olacaktır .
Kurzweil’in işaret ettiği üstel büyüme ve Roser’in vurguladığı dramatik değişim hızı, bireylerin ve toplumların bu değişimleri özümseme, anlama ve onlara anlamlı tepkiler verme kapasitesini ciddi biçimde zorlamaktadır. Bir kavramın, bir becerinin ya da bir teknolojinin sadece birkaç ay içinde geçerliliğini yitirebildiği bir ortam, sürekli bir belirsizlik ve geçicilik hissi yaratır. Bu durum, uzun vadeli planlama yapmayı, stabil bir kimlik duygusu geliştirmeyi ve geleceğe güvenle bakmayı zorlaştırır. Baş döndürücü hız ve artan karmaşıklık karşısında, bireyler ve toplumlar değişim süreçlerini anlama ve yönlendirme yeteneklerine olan inançlarını yitirerek bir tür “teknolojik kadercilik”e sürüklenebilirler. Yani, teknolojinin gidişatının kaçınılmaz, insan kontrolünün ötesinde ve karşı konulamaz olduğu düşüncesi yaygınlaşabilir. Böyle bir kadercilik, eleştirel düşünme yetisini, etik sorgulamayı ve alternatif gelecekler tasarlama çabasını zayıflatma riski taşır. Eğer değişim kaçınılmaz ve kontrol edilemez olarak algılanırsa, ona direnmek veya onu insanlığın ortak yararına şekillendirmeye çalışmak yerine, sadece pasif bir şekilde uyum sağlamak “rasyonel” bir davranış olarak görülebilir. Sonuç olarak, hızlanan şimdi, sadece pratik adaptasyon sorunları yaratmakla kalmaz, aynı zamanda insanın dünyadaki yerini, eylemliliğini ve anlam arayışını sorgulatan derin bir felsefi krize, yani “anlam verme” kapasitemizin aşınmasına yol açabilir. Bu durum, Max Roser’in “iyi yönetişim” vurgusunun önemini daha da artırmaktadır; çünkü teknolojik kadercilik, tam da bu tür yönetişim çabalarını ve bilinçli müdahaleleri anlamsızlaştırma potansiyeli taşır.

3. Dönüşen Benlik: Dijital Çağda Kimlik, Etkileşim ve Yalnızlık
Teknolojinin zaman algımızı ve toplumsal yapıları dönüştürmesinin yanı sıra, en temel varoluşsal deneyimlerimizden biri olan “benlik” algımız ve ilişkilenme biçimlerimiz üzerinde de derin ve kalıcı etkileri bulunmaktadır. MIT’den Sherry Turkle, bu dönüşümü ilk dönemlerinden itibaren inceleyen ve önemli kavramlar geliştiren öncü düşünürlerden biridir. Turkle, 1984 tarihli “İkinci Benlik: Bilgisayarlar ve İnsan Ruhu” (The Second Self: Computers and the Human Spirit) adlı çalışmasında, bilgisayarların sadece birer araç olmadığını, aksine sosyal ve psikolojik yaşamlarımızın ayrılmaz bir parçası haline gelerek kendimize, birbirimize ve dünyaya ilişkin farkındalığımızı kökten etkilediğini savunur. Ona göre teknoloji, “sadece ne yaptığımızı değil, aynı zamanda nasıl düşündüğümüzü de” değiştirir. İnsanlar, bilgisayarları canlı ile cansız arasında muğlak bir sınırda deneyimler; onlar hem benliğin bir uzantısı hem de dış dünyanın bir parçası olarak algılanır. Nitekim Turkle, bilgisayarların “bir ‘ikinci benlik’ – bilincimizin yansımasını sunan bir ayna – haline geldiğini” belirtir . Bu “arafta kalmışlık” durumu, bilgisayarları özellikle çekici ve düşündürücü kılar.
Turkle, daha sonraki önemli eseri “Birlikte Yalnız: Neden Teknolojiden Daha Fazlasını ve Birbirimizden Daha Azını Bekler Olduk?” (Alone Together: Why We Expect More from Technology and Less from Each Other) kitabında ise, teknoloji aracılığıyla her zamankinden daha fazla “bağlantılı” hissetmemize rağmen, gerçek insan etkileşiminden giderek daha fazla izole olduğumuzu öne sürer. Paradoksal bir biçimde, teknolojiye her zamankinden daha çok şey beklerken, birbirimizden daha az şey beklemeye başlarız. İnsanlar, örneğin yaşlı bakımında kullanılan Paro adlı robot fok ile “arkadaşlık” kurarak veya acı verici, karmaşık ya da sadece “garip” buldukları insani etkileşimlerden kaçınmak için teknolojik aracılara yönelebilirler. Turkle’ın saha çalışmalarından örnekler, teknolojinin sadece dışsal davranışlarımızı değil, en içsel kimlik algımızı ve en temel ilişkilenme biçimlerimizi de dönüştürdüğünü çarpıcı biçimde ortaya koyar. “İkinci Benlik” kavramı, benliğimizin teknolojiyle nasıl iç içe geçtiğini ve onun tarafından nasıl yeniden şekillendirildiğini gösterirken, “Birlikte Yalnız” kavramı ise bu iç içeliğin bizi nasıl paradoksal bir şekilde yalnızlaştırabileceğini ve insan bağlarının doğasını nasıl değiştirebileceğini analiz eder. Yaşlıların Paro robotu ile kurdukları duygusal bağlar veya Wesley isimli bir gencin insan yerine robotlarla ilişki kurmayı tercih etmesi gibi hikâyeler, bu dönüşümün hem düşündürücü hem de rahatsız edici yönlerini gözler önüne serer . Turkle’ın tespit ettiği gibi, insanlar “risksiz ve daima olumlu tepkiler sunan, programlanmış dostlukların” cazibesine kapılarak, karmaşık ve emek isteyen insan ilişkilerinin yerine bu tür sahte arkadaşlıkları koyma eğilimi gösterebilmektedir . Bunun sonucunda, gerçek duygusal gelişimimizin sekteye uğrama ve “sığ, tekdüze ve kırılgan” ilişkilere mahkûm olma tehlikesi belirir .
Bu dönüşen benlik algısının en çarpıcı ifadelerinden biri, yine Sherry Turkle tarafından popülerleştirilen “Paylaşıyorum, öyleyse varım” (I share, therefore I am) olgusudur . Bu yeni düstur, bireylerin düşüncelerini ve duygularını deneyimledikleri anda – hatta bazen deneyimlemek için – dijital platformlarda paylaşarak kendilerini tanımlamaya ve varoluşlarını teyit etmeye başladıklarını ifade eder. Turkle’ın belirttiği gibi, eskiden “Bir hisim var, birini aramak istiyorum” şeklinde tezahür eden iletişim arzusu, artık “Bir hisse sahip olmak istiyorum, bir şey paylaşmam gerek” şeklinde varoluşsal bir ihtiyaca dönüşmüştür . Bu durum, sürekli çevrimiçi olma, görünür olma ve dışsal onay arama ihtiyacını körükleyebilir. Kimlikler, çevrimiçi ortamda özenle kurgulanan, yönetilen ve sunulan birer performansa dönüşebilir. Benlik saygısı, giderek daha fazla bu dışsal doğrulamalara, “beğeni” sayılarına ve “takipçi” kitlelerine bağımlı hale gelebilir. Sürekli çevrimiçi olmanın yarattığı stres ve “yalnız kalma kaygısı” gibi psikolojik maliyetler de bu olgunun karanlık yüzünü oluşturur. “Paylaşıyorum, öyleyse varım” düşüncesi, Kartezyen “Düşünüyorum, öyleyse varım” mottosunun dijital çağdaki bir yansıması olarak görülebilir; ancak burada varoluşun temeli, içsel düşünce ve tefekkür süreçlerinden ziyade, dışsal paylaşıma, görünürlüğe ve etkileşime bağlanmaktadır. Bu, benliğin daha dışa dönük, performatif, kırılgan ve sürekli olarak başkalarının bakışına muhtaç bir yapıya bürünmesine yol açabilir. Nitekim bir yorumcu, bu durumu “başkası gibi görünmek için kendinizin sahte bir versiyonunu yaratmanız” gerekliliğiyle özetleyerek, otantiklik arayışının nasıl daha da karmaşıklaştığını vurgular .
Benliğin teknolojiyle olan bu derinlemesine bütünleşmesi, Andy Clark ve David Chalmers’ın “Genişletilmiş Zihin” (Extended Mind) teziyle felsefi bir temele de kavuşur. Clark ve Chalmers, zihnin sadece kafatasımızın içindeki beyinle sınırlı olmadığını, aksine not defterleri, akıllı telefonlar, dijital takvimler gibi dışsal araçlarla kurduğumuz etkileşimler yoluyla fiziksel çevreye yayıldığını öne sürer. Ünlü “Otto ve Inga” düşünce deneyi, bu tezi somutlaştırır: Alzheimer hastası Otto, gitmek istediği müzenin adresini bir not defterine yazmış ve bu defteri sürekli yanında taşımaktadır. Inga ise aynı bilgiye kendi biyolojik hafızası aracılığıyla erişir. Clark ve Chalmers, Otto’nun not defterindeki bilginin, Inga’nın beynindeki bilgiyle işlevsel olarak aynı rolü oynadığını, dolayısıyla Otto’nun zihninin not defterini de içerecek şekilde “genişlediğini” savunur . Bu tez, akıllı telefonlarımızı, uygulamalarımızı ve diğer teknolojik araçlarımızı sadece dışsal yardımcılar olarak değil, bilişsel süreçlerimizin ve dolayısıyla benliğimizin birer parçası olarak görmemizi önerir. Bu “bilişsel yük boşaltma” (cognitive offloading) durumu, bir yandan bilişsel yeteneklerimizi artırma ve karmaşık görevleri daha etkin bir şekilde yerine getirme potansiyeli sunarken, diğer yandan bu dışsal araçlara giderek daha bağımlı hale gelme ve bazı temel bilişsel becerilerimizin körelme riskini de beraberinde getirir. Yakın tarihli bir çalışma, yapay zekâ araçlarının sık kullanımının eleştirel düşünme yetenekleri ile anlamlı bir negatif korelasyona sahip olduğunu ve bunun artan bilişsel yük boşaltma aracılığıyla gerçekleştiğini göstermektedir . Zihnimizin sınırları giderek bulanıklaşırken, “biz” kimiz, nerede başlıyoruz ve nerede bitiyoruz gibi temel sorular, bu yeni teknolojik gerçeklik içinde daha da karmaşık ve yanıtlaması zor hale gelmektedir.
Benliğin ve ilişkilerin bu dönüşümünde, yapay zekâ destekli sohbet robotlarının (AI companion chatbots) rolü de giderek daha fazla önem kazanmaktadır. MIT Media Lab tarafından yürütülen kapsamlı bir araştırma, bu robotların özellikle ses yetenekleriyle donatıldıklarında gitgide daha insan benzeri hale geldiğini ve kullanıcıların onlardan duygusal destek, arkadaşlık ve kişisel sorunlarını tartışma imkânı aradığını ortaya koymaktadır . Ancak bu etkileşimlerin psikososyal sonuçları karmaşıktır. Araştırma bulgularına göre, yapay zekâ sohbet robotlarının yüksek düzeyde ve sürekli kullanımı – özellikle nötr ve tekdüze bir ses tonuna sahip bir sohbet robotuyla etkileşimde bulunulduğunda – yalnızlık duygularını artırmakta, yapay zekâya yönelik duygusal bağımlılığı pekiştirmekte ve gerçek insanlarla olan sosyalleşmeyi azaltmaktadır . Kullanıcılar kişisel ve mahrem konuları bu robotlarla konuştuklarında, bir yandan yalnızlık hissinin bir miktar arttığı ancak diğer yandan duygusal bağımlılığın bir nebze azaldığı; daha genel ve kişisel olmayan konular hakkında yapılan sohbetlerin ise özellikle yoğun kullanıcılar arasında daha fazla bağımlılıkla ilişkili olduğu bulunmuştur . Ayrıca, sohbet robotuna karşı daha güçlü duygusal bağlanma eğilimleri sergileyen ve ona daha yüksek düzeyde güven duyan bireylerin, sonuç olarak daha fazla yalnızlık ve daha derin bir duygusal bağımlılık yaşadığı tespit edilmiştir . Bu bulgular, Turkle’ın “Birlikte Yalnız” temasının dijital çağdaki yeni bir tezahürünü temsil eder. Yapay zekâ yoldaşları, insan benzeri bir etkileşim ve anlayış vaadi sunarken, gerçek insan ilişkilerinin yerini alarak veya onlara duyulan ihtiyacı azaltarak, paradoksal bir şekilde yalnızlığı derinleştirme riski taşırlar. MIT araştırması, bu etkileşimlerin karmaşıklığını ve “sohbet robotu tasarım seçimleri (örneğin ses tonunun ifadeselliği) ile kullanıcı davranışları (örneğin konuşma içeriği, kullanım sıklığı ve süresi) arasındaki girift etkileşimi” güçlü bir şekilde vurgulamaktadır .
Zamanın Büküldüğü Yıl: İnsanlık Nereye Evriliyor?
- Giriş: Zamanın Yeni Ritmi ve İnsanlığın Yol Ayrımı
“Zamanın bükülmesi” metaforu, içinde yaşadığımız çağın en belirgin özelliklerinden birini, teknolojik değişimin baş döndürücü hızını ve bu hızın birey ile toplum üzerindeki derin, sarsıcı etkilerini ifade eder. Bu, yalnızca olayların birbirini daha süratli takip etmesi değil, aynı zamanda zaman algımızın, deneyimlerimizin ve varoluşsal koordinatlarımızın temelden bir dönüşüme uğramasıdır. Our World in Data platformunun kurucusu Max Roser’in de vurguladığı gibi, teknoloji, özellikle uzun bir tarihsel perspektiften bakıldığında, dünyayı bir insan ömrü içinde tanınmayacak kadar çarpıcı biçimde değiştirebilme potansiyeline sahiptir. Gerçekten de son yüzyılda çocuk ölümlerindeki dramatik düşüşler, ortalama yaşam süresindeki belirgin artışlar ve aşırı yoksulluk içindeki nüfus oranının azalması gibi göstergeler, bu teknolojik ilerlemenin doğrudan sonuçlarıdır. . Ancak bu değişim, yalnızca olumlu gelişmeleri değil, aynı zamanda yapay zekâ gibi alanlarda ortaya çıkan belirsizlikleri ve riskleri de beraberinde getirmektedir. Fütürist Ray Kurzweil’in “Hızlanan İadeler Yasası” (Law of Accelerating Returns) olarak adlandırdığı kavram, bu ivmenin sadece doğrusal bir artış göstermediğini, aksine üstel bir karaktere sahip olduğunu öne sürer. Öyle ki Kurzweil, 21. yüzyılda “bugünün hızıyla 20.000 yıllık bir ilerlemeye” tanık olabileceğimiz bir gelecek tasavvur eder . Bu “bükülme”, zamanın dokusunda bir yırtılma, bir yoğunlaşma ve belki de bir kırılma anlamına gelir.
Bu baş döndürücü değişim çağında, insanlığın nereye evrildiği sorusu entelektüel ve varoluşsal bir aciliyetle karşımızda durmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz, yalnızca teknolojik bir ilerleme değil; aynı zamanda bilişsel, toplumsal ve belki de türümüzün özünü ilgilendiren köklü bir evrimsel yol ayrımıdır. Bu deneme, söz konusu evrimin temel dinamiklerini, bireysel ve kolektif yaşamlarımız üzerindeki yansımalarını ve insanlığın gelecekteki rotasını belirleyebilecek potansiyel yönelimleri irdelemeyi amaçlamaktadır.
2023 yılı, bu “zaman bükülmesinin” ve insanlığın karşı karşıya olduğu dönüşümün sembolik bir miladı olarak kabul edilebilir. Özellikle üretken yapay zekânın (Generative AI) yaygınlaşması ve yeteneklerindeki sıçrama, bu yılı bir dönüm noktası haline getirmiştir. Uzmanların, üretken yapay zekâyı “yeni bir YZ güdümlü Sanayi Devrimi aşaması” olarak nitelendirmesi, yaşanan değişimin büyüklüğünü ve derinliğini ortaya koymaktadır . Bu yeni teknolojik dalganın işgücü piyasaları üzerindeki dönüştürücü etkileri, emeğin ulusal gelirdeki payını kalıcı olarak azaltma potansiyeliyle dikkat çekmektedir . Nitekim ABD Philadelphia Merkez Bankası ekonomistleri, yapay zekânın önceki teknolojilerin aksine daha çok mevcut insan işlerini otomasyona yönelttiğini ve verimlilik artışının meyvelerini daha ziyade sermaye kesimine sunarak emeğin milli gelirdeki payında “ömürlük bir düşüşe” neden olabileceğini vurgulamaktadır . Benzer şekilde, üretken YZ’nin eğitim sistemlerini yeniden düşünme zorunluluğunu doğurması ve genel toplumsal yapı üzerindeki öngörülemeyen sonuçları, insanlığın evrimsel patikasını tayin etmede kritik bir rol oynayacaktır . Yapay zekâ alanındaki gelişmelerin hızı o denli baş döndürücüdür ki, on sekiz ay önce yapılan bir eleştirinin bugün geçerliliğini yitirmesi, bugünün kalite sorunlarının ise bir sonraki on sekiz ayda anlamsızlaşması şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır. Bu durum, “zamanın bükülmesi” metaforunun somut bir tezahürüdür ve adaptasyon kapasitemizi ciddi biçimde sınamaktadır.
Kurzweil’in “20.000 yıllık ilerleme” öngörüsü. ve Roser’in “bir ömür içinde dünyanın çarpıcı değişimi” tespiti, niceliksel bir hızlanmanın ötesinde, niteliksel bir dönüşümü, hatta mevcut sürekliliklerde bir kopuşu ima eder. Üretken yapay zekânın yeni bir Sanayi Devrimi olarak tanımlanması , önceki devrimler gibi, sadece üretim biçimlerini değil, toplumsal yapıları, kimlikleri ve yaşam biçimlerini de temelden değiştireceğine işaret eder. Bu değişimlerin baş döndürücü hızı, bireylerin ve kurumların uyum sağlama, değişimleri anlamlandırma ve geleceğe yönelik bir yön belirleme kapasitelerini aşabilmektedir. Geçmiş deneyimlere dayalı öngörü modelleri ve adaptasyon stratejileri, bu yeni ve karmaşık gerçeklik karşısında yetersiz kalabilir. Dolayısıyla, “zamanın bükülmesi” olgusu, sadece bir hızlanma meselesi olarak değil, aynı zamanda insanlığın deneyimlediği sürekliliklerde bir kırılma, bir kopuş ve bunun sonucunda ortaya çıkan derin bir yönelim krizi olarak da anlaşılmalıdır. “İnsanlık nereye evriliyor?” sorusu, tam da bu krizin kalbinde yer alır; çünkü evrimin istikametini tayin edecek sabit referans noktaları giderek belirsizleşmekte, hatta kaybolmaktadır. Bu durum, basit bir “ayak uydurma” sorunundan çok daha öte, temel bir varoluşsal ve epistemolojik meydan okumayı temsil etmektedir. Roser’in vurguladığı gibi, teknoloji sağlık, tarım ve yoksullukla mücadele gibi alanlarda yaşam koşullarını önemli ölçüde iyileştirirken, aynı zamanda nükleer silahlar ve yapay zekâ gibi varoluşsal riskleri de beraberinde getirmektedir. . Bu ikilem, yönelim krizini daha da derinleştirmekte ve geleceğe ilişkin bilinçli tercihler yapma sorumluluğumuzu artırmaktadır.
2. Hızlanan Şimdi: Algılanan Zaman ve Teknolojik Kasırga
İçinde bulunduğumuz çağın tanımlayıcı özelliklerinden biri, zamanın algılanış biçimindeki köklü değişim ve bu değişimin arkasındaki itici güç olan teknolojik ivmelenmedir. Ray Kurzweil’in “Hızlanan İadeler Yasası” olarak kavramsallaştırdığı olgu, bu durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Kurzweil’e göre, teknoloji de dâhil olmak üzere evrimsel süreçler, pozitif geri besleme döngüleri aracılığıyla üstel bir hızla ilerler. Bir önceki aşamada geliştirilen daha yetenekli yöntemler, bir sonraki aşamanın yaratılmasında kaldıraç görevi görerek ilerleme oranını katlayarak artırır. Hatta Kurzweil, bu üstel büyüme oranının kendisinin de üstel olarak arttığını, yani bir “çifte üstel büyüme” yaşandığını iddia eder. Bu teorik çerçeve, onun 21. yüzyılda “bugünün hızıyla 20.000 yıllık ilerleme” gibi radikal öngörülerinin temelini oluşturur. Kurzweil, insanların geleceği genellikle mevcut değişim hızının doğrusal bir devamı olarak algıladığını (sezgisel doğrusal bakış açısı) ancak gerçekte tarihsel gelişimin üstel bir karakter taşıdığını (tarihsel üstel bakış açısı) vurgular. Bu üstel bakış açısı, Wright Yasası ve Moore Yasası gibi teknolojik ilerlemenin belirli alanlardaki hızını tanımlayan gözlemlerle de desteklenir.
Max Roser ise Our World in Data platformundaki çalışmalarıyla, teknolojik değişimin somut sonuçlarını ve insan yaşamı üzerindeki etkilerini istatistiksel verilerle gözler önüne serer. Roser, çocuk ölümlerindeki dramatik azalma, ortalama yaşam beklentisindeki önemli artış, küresel yoksulluk oranlarındaki düşüş gibi pek çok olumlu gelişmeyi büyük ölçüde teknolojik ilerlemeye bağlar. Örneğin küresel çocuk ölümlerinin oranı 1800’lerde %40’lar düzeyindeyken 2021 itibarıyla %4’e kadar düşmüştür . Tıbbi inovasyonlar, tarımsal teknolojilerdeki gelişmeler, enerjiye, temiz suya ve sanitasyona erişimdeki iyileşmeler, milyarlarca insanın yaşam kalitesini dönüştürmüştür. Ancak Roser, bu ilerlemenin madalyonun diğer yüzünü de ihmal etmez: Teknoloji, aynı zamanda nükleer silahlar ve potansiyel olarak yapay zekâ gibi insanlığın karşılaştığı en büyük tehditlerden bazılarını da ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle, Roser’e göre bu riskleri etkin bir şekilde yönetebilmek için “iyi yönetişim, teknolojinin kendisi kadar önemli olabilir” .
Bu baş döndürücü hızlanmanın gündelik hayata ve toplumsal yapılara yansımaları çok katmanlıdır. Bireyler, sürekli olarak yeni teknolojilere adapte olma, yeni beceriler edinme ve eskimiş bilgilerini güncelleme baskısı altındadır. Clay Shirky’nin “filtre başarısızlığı” kavramı, bu bilgi bombardımanı karşısında anlamlı olanı ayırt etme zorluğunu ifade eder. Shirky, modern çağın asıl sorununun **“enformasyon aşırılığı” değil, “filtre yetersizliği” olduğunu dile getirir. Gutenberg’in matbaayı icadından bu yana insanların, aslında başa çıkabileceklerinden çok daha fazla bilgiye erişebildiği bir gerçekti; ancak yakın geçmişe dek sosyal normlar, editöryal süreçler, uzmanlık kurumları ve iletişimin görece yavaşlığı gibi faktörler, doğal bir filtreleme mekanizması işlevi görüyordu. . Dijital çağda ise bu geleneksel filtreler yapısal nedenlerle işlevini yitirmekte veya zayıflamaktadır. Sonuç olarak, bireyler alakasız, yanlış, yanıltıcı veya manipülatif bilgilerle boğuşmak zorunda kalmaktadır. Shirky’nin özlü deyişiyle: “Artık yaşadığımız sorun enformasyon fazlalığı değil, filtrelerin iflasıdır” .
Toplumsal kurumlar – eğitim sistemleri, hukuk düzenlemeleri, siyasi yapılar – bu teknolojik kasırganın hızına ayak uydurmakta zorlanmakta, bu da zaman zaman yönetişim krizlerine ve toplumsal adaptasyon sorunlarına yol açmaktadır. İş dünyası ise sürekli bir inovasyon ve “yıkıcı değişim” döngüsü içinde varlığını sürdürmeye çalışmaktadır; eski iş modelleri hızla geçerliliğini yitirirken, yenileri beklenmedik bir süratle ortaya çıkmaktadır. Üretken yapay zekâ, bu teknolojik ivmeyi daha da artıran ve dönüştüren bir katalizör görevi görmektedir. Kurzweil’in bahsettiği “bir sonraki aşamayı yaratmak için kullanılan daha yetenekli yöntemler” noktasında, üretken YZ mükemmel bir örnektir. 2023 yılından itibaren büyük dil modellerinin, görüntü ve ses sentezleyicilerin ve diğer üretken YZ araçlarının sayısında ve yeteneklerinde adeta bir patlama yaşanmıştır. Ekonomik açıdan bakıldığında, üretken YZ’nin “emeğin ulusal gelirdeki payını kalıcı olarak azaltabileceği” yönündeki uyarılar dikkate değerdir . Bu, sadece belirli meslek grupları için iş kayıpları anlamına gelmez; aynı zamanda gelirin sermaye ve emek arasındaki dağılımını yeniden şekillendirerek mevcut eşitsizlikleri derinleştirme potansiyeline sahiptir. Toplumsal düzeyde ise, yapay zekânın karar alma süreçlerine giderek daha fazla entegre olması, otomasyonun hayatın her alanına yayılması ve insan-makine etkileşimlerinin doğasının temelden değişmesi gibi derin etkiler beklenmektedir. Üretken YZ, teknolojik kasırganın sadece bir parçası değil, aynı zamanda onu besleyen, yönünü değiştiren ve hızını artıran temel bir dinamiktir. Yapay zekânın, “önceden insanlar tarafından yapılan görevlerin otomasyonuna yol açması” ile “halihazırda otomatikleştirilmiş görevlerin verimliliğini artırması” arasındaki hassas denge, emeğin geleceği ve toplumsal refahın dağılımı açısından kritik öneme sahip olacaktır .
Kurzweil’in işaret ettiği üstel büyüme ve Roser’in vurguladığı dramatik değişim hızı, bireylerin ve toplumların bu değişimleri özümseme, anlama ve onlara anlamlı tepkiler verme kapasitesini ciddi biçimde zorlamaktadır. Bir kavramın, bir becerinin ya da bir teknolojinin sadece birkaç ay içinde geçerliliğini yitirebildiği bir ortam, sürekli bir belirsizlik ve geçicilik hissi yaratır. Bu durum, uzun vadeli planlama yapmayı, stabil bir kimlik duygusu geliştirmeyi ve geleceğe güvenle bakmayı zorlaştırır. Baş döndürücü hız ve artan karmaşıklık karşısında, bireyler ve toplumlar değişim süreçlerini anlama ve yönlendirme yeteneklerine olan inançlarını yitirerek bir tür “teknolojik kadercilik”e sürüklenebilirler. Yani, teknolojinin gidişatının kaçınılmaz, insan kontrolünün ötesinde ve karşı konulamaz olduğu düşüncesi yaygınlaşabilir. Böyle bir kadercilik, eleştirel düşünme yetisini, etik sorgulamayı ve alternatif gelecekler tasarlama çabasını zayıflatma riski taşır. Eğer değişim kaçınılmaz ve kontrol edilemez olarak algılanırsa, ona direnmek veya onu insanlığın ortak yararına şekillendirmeye çalışmak yerine, sadece pasif bir şekilde uyum sağlamak “rasyonel” bir davranış olarak görülebilir. Sonuç olarak, hızlanan şimdi, sadece pratik adaptasyon sorunları yaratmakla kalmaz, aynı zamanda insanın dünyadaki yerini, eylemliliğini ve anlam arayışını sorgulatan derin bir felsefi krize, yani “anlam verme” kapasitemizin aşınmasına yol açabilir. Bu durum, Max Roser’in “iyi yönetişim” vurgusunun önemini daha da artırmaktadır; çünkü teknolojik kadercilik, tam da bu tür yönetişim çabalarını ve bilinçli müdahaleleri anlamsızlaştırma potansiyeli taşır.
devamı cok yakında
Yorum gönder