Şimdi yükleniyor

İteatin Gölgesinde Akıl: Kapalı Toplumlarda Fikirle Var Olmak

Giriş: Karanlıkta Yanan Düşünce Kıvılcımları

Kapalı bir toplumda düşünen birey olmak, zifiri karanlıkta bir kıvılcım taşımanın yükünü omuzlamaktır. Baskıcı bir düzen, uyum ve itaat dışında kalan her farklı sesi tehdit olarak algılar. Hannah Arendt’in uyarısıyla, “Tehlikeli düşünce diye bir şey yoktur; düşünmenin kendisi tehlikelidir” . Çünkü düşünen insan, sorgulayan insan demektir ve kapalı toplumlar bu sorgulamanın yakıcı ışığından korkar. Bu toplumlarda birey, içsel bir sürgün misali, görünmez duvarlarla çevrelenir: Sorduğu her soru, mevcut düzenin duvarlarında bir çatlak açabilir. Düşüncenin kıvılcımı her ne kadar su gibi akıcı ve aydınlatıcı olsa da karanlığa alışmış gözleri kamaştırır, bu yüzden susturulmak istenir.

Bu yazı, böyle bir toplumda düşünen bireyin yaşadığı içsel ve toplumsal zorlukları felsefi, psikolojik, politik ve sosyolojik katmanları iç içe geçirerek ele almaktadır. Nietzsche’den Foucault’ya, Spinoza’dan Fromm’a uzanan fikirler eşliğinde, düşünen kişinin yalnızlığı, endişeleri ve direnişi üzerine derinlikli bir yolculuğa çıkacağız. Hem bilimsel bir titizlikle kaynaklara dayanan, hem de edebi bir yoğunlukla kaleme alınmış bu metin; okuru kapalı toplumun kalın duvarları ardında yanan özgürlük ateşine tanıklık etmeye davet ediyor.

İçsel Yalnızlık, Kaygı ve Özgürlük Arzusu

Kapalı bir toplumda özgürce düşünebilmek, bireyin iç dünyasında fırtınalar koparır. Bir yanda bastırılmış özgürlük arzusu, diğer yanda bu arzunun peşinden gitmenin getirdiği korkular vardır. Jean-Paul Sartre’ın ifadesiyle insan *“özgür olmaya mahkûm”*dur; özgürlük bir kader olarak omuzlarımıza yüklenmiştir ve ondan kaçış yoktur. Bu özgürlük ihtiyacı, kapalı bir düzende çatışmaya dönüşür: Düşünceler serbestçe kanat çırpmak isterken, zihin her köşede bir yasak tabelası görür. Bu gerilim, bireyin ruhunda derin bir anksiyete yaratır. Düşüncelerini dile getirdiğinde cezalandırılacağı korkusu, dile getirmediğinde ise kendine ihanet edeceği hissi arasında sıkışıp kalır.

Böyle bir birey çoğunlukla yapayalnızdır. Yalnızlık, düşünen insanın kaderi gibi görünür; çünkü etrafındaki çoğunluk mevcut düzene uyum sağlamıştır. Nietzsche bu durumu çarpıcı bir biçimde dile getirir: “Bireylerde delilik nadirdir; ancak gruplarda, partilerde, uluslarda ve çağlarda kuraldır” . Akıl sağlığını korumak isteyen birey, çoğunluğun deliliğine ortak olmamayı seçtiğinde, kendisini kalabalıklar içinde tek başına bulur. Bu yalnızlık bazen o kadar derindir ki, kişi kendi gerçekliğinden şüphe duymaya başlar. İçsel çatışmaları büyür; düşüncelerini bastırmak ile onları özgür bırakmak arasında gidip gelir. Derinlerde bir ses “gerçek sensin” derken, dış dünyanın korosu “yanılıyorsun” diye bağırır.

Bu içsel gerilim, çeşitli psikolojik sonuçlar doğurur. Kişi, sürekli teyakkuz halinde yaşadığı için bitmeyen bir kaygı ve hatta ara ara panik duygusuyla boğuşabilir. Özgürce düşünmenin bedelini, belirsizlik ve korku ile öder. Erich Fromm, özgürlüğün getirdiği bu yalnızlık ve belirsizlik duygusunun insanda ne denli güçlü bir endişe yaratabileceğini vurgular. Fromm’un insan doğasına dair tespiti şudur: Özgürlüğün kendisi bazen korku ve kaygı kaynağı olabilir, bu da insanı “özgürlükten kaçış” yolları aramaya iter . Nitekim birçok insan, derinlerde özgür olmaktan korktuğu için özgürlüğünden kaçar; kendini güvende hissetmek adına düşüncelerini bastırıp kalabalığın içinde kaybolur. Yabancılaşma da bu noktada devreye girer: Birey, kendi özgün düşüncelerini ifade edemedikçe, yavaş yavaş kendine ve değerlerine yabancılaşmaya başlar. Fromm’un ifadesiyle, yabancılaşmış bir kişi kendi başına kalmayı neredeyse imkânsız bulur; çünkü içini kemiren o hiçlik duygusuyla yüzleşmekten panik duyar . Sonuçta, zihninde fırtınalar kopan bu kişi için düşünmek hem bir kurtuluş hem de bir ıstırap kaynağı haline gelir.

Normatif Baskı ve Sürü Psikolojisi

Kapalı toplumlar, birey üzerinde görünmez bir normatif baskı kurarlar. Toplumun yazılı olmayan kuralları, gelenekleri ve “normal” sayılan davranışları, birer görünmez duvar gibi bireyin etrafını sarar. Bu duvarların dışında kalan her fikir, her davranış, aykırı damgası yer ve baskıyla karşılaşır. Sürü psikolojisi, burada güçlü bir rol oynar: Çoğunluğun inandığı şeylere inanmak, yaptığı şeyleri yapmak, bir güvenlik duygusu sağlar. Kalabalığa karışmak, onay görmek demektir; farklı düşünmek ise dışlanma riski taşır. İnsan, sosyal bir varlık olarak ait olma ihtiyacı duyar ve bu ihtiyaç, kapalı toplumlarda sorgusuz bir uyuma dönüşebilir.

Fromm, modern insanın çoğu zaman farkında olmadan konformizme yenik düştüğünü belirtir. “Çoğu insan uyma ihtiyacının farkında bile değildir. Kendi fikirlerini ve eğilimlerini izledikleri, birey oldukları yanılgısı içinde yaşarlar – ve sadece tesadüfen fikirlerinin çoğunluğunkilerle aynı olduğunu sanarlar” . Bu sözler, kapalı bir toplumun birey üzerinde nasıl sinsi bir etkisi olduğunu gözler önüne seriyor. İnsanlar, kendi özgür iradeleriyle düşündüklerini zannederken aslında çoğunluğun düşünce kalıplarını tekrar ederler. Sürüye katılmak, bireye görünmez bir koruma sağlar; zira kalabalığın içinde farklılığı seçmek, başını tehlikeye uzatmak anlamına gelir.

Nietzsche’nin uyarısı bu noktada kulaklarımıza çalınır: “Kişinin kendine sahip olma ayrıcalığı için ödenecek hiçbir bedel yüksek değildir” . Birey olmak, kendi aklıyla düşünmek paha biçilmezdir; ancak bu ayrıcalık, çoğunluğun rahatlığından vazgeçmeyi gerektirir.

Normatif baskının en güçlü silahlarından biri, dışlanma korkusudur. Toplum, kendine uymayanı bazen açık bir cezayla değil, ama sessiz bir onaylamama ile tecrit eder. Aykırı düşünen kişi, farkında olmadan sohbetlerden dışlanır, gülüşmelerin konusu olur veya görmezden gelinir. Böylece toplum, farklı olanı cezalandırmış olur. Fromm bu durumu, “Erdem, uyum sağlamak ve geri kalan gibi olmaktır; günah ise farklı olmak” şeklinde özetler . Gerçekten de kapalı bir toplumda “iyi vatandaş” ya da “iyi insan” olmak, çoğu zaman düşüncede ve davranışta kalabalığa karışmakla eş tutulur. Konformizm, bir erdem payesi kazanır; bireysellik ise bencillik veya sapkınlık gibi yaftalarla lekelenir.

Oysa tarihteki büyük düşünürler ve devrimciler, tam da bu normatif baskıya karşı durma cesareti göstermiş olanlardır. Spinoza, daha 17. yüzyılda, düşünce ve ifade özgürlüğünün vazgeçilmez bir hak olduğunu savunurken, “Özgür bir devlette herkes istediğini düşünmek ve düşündüğünü söylemekte serbest olmalıdır” demişti . Bu söz, açık toplum ideallerinin erken bir manifestosu gibidir. Ancak kapalı toplumlarda Spinoza’nın bu ideali tersine çevrilir: İnsanlar, bırakın düşündüğünü söylemeyi, istediklerini bile düşünmeye çekinir hale gelir. Zira kapalı düzen, düşünceleri denetlemeye çalışarak tam da Spinoza’nın tiranlık olarak nitelediği şeyi yapar – zihinlere pranga vurur . Sürü psikolojisi, bireye “yalnız kalırsan yanılırsın” mesajı verirken; felsefe bize tam tersini fısıldar: “Herkes yanlış yola girmişse, senin doğru yolda olman seni delirmiş yapmaz.” Kapalı toplumda düşünen birey, bu fısıltıyı yüreğinde diri tutmaya çalışan kimsedir.

Gözetim Kültürü ve Panoptikon Etkisi

Kapalı toplumların bireyleri kontrol altında tutma yöntemlerinden biri de gözetim kültürüdür. İnsanlar, sadece açık baskıyla değil, aynı zamanda sürekli izleniyormuş hissiyle terbiye edilir. Michel Foucault, modern toplumları bir Panoptikon metaforuyla açıklar. Jeremy Bentham’ın tasarladığı panoptikon tipi hapishanede, mahkûmlar ortadaki gözetleme kulesinin kendilerini her an izleyebileceği düşüncesiyle, gardiyan görmeseler bile disipline olurlar. Foucault’ya göre panoptikonun temel etkisi, *“mahkûmda, iktidarın kendiliğinden işlemesini sağlayacak bilinçli ve kalıcı bir görünürlük hali yaratmak”*tır . Yani birey, sürekli göz önünde olduğunu bilerek, dış bir zorlama olmaksızın kendi kendini denetlemeye başlar.

Günümüz kapalı toplumlarında da benzer bir iç denetim mekanizması işler. Resmi sansür veya polis baskısı olmasa bile, birey herkesin gözü üzerindeymiş gibi davranır. Sosyal medya çağında bu gözetim kültürü yeni bir boyut kazanmıştır: Kore asıllı filozof Byung-Chul Han’ın belirttiği gibi, modern birey mahremiyetini kendi eliyle ifşa eder ve bunu bir özgürlük sanır. Han, neoliberal çağın şeffaflık ideolojisini eleştirirken tam şeffaflığın kaçınılmaz biçimde tam bir konformite ürettiğini belirtir; öyle ki toplumdaki gözetim adeta “istihbarat örgütleri devreye girmeden önce herkesin birbirini gözetlediği” bir hale gelir . İnsanlar, içten içe uyum sağlama ihtiyacıyla kendi hayatlarını vitrine koyar, kendi davranışlarını sansürler. Sonuçta ortaya Foucault’nun panoptik disiplininden daha incelikli, gönüllü bir tahakküm çıkar.

Bu gözetim kültürü, kapalı toplumun politik kontrolünün de temelidir. İnsanlar, düşüncelerinden dolayı cezalandırılabileceklerini bildikleri oranda oto-sansüre yönelirler. Artık polis zoruyla susturulmalarına gerek kalmaz; birey kendi içine bir sansür memuru atamıştır bile. George Orwell’in 1984 romanında “Büyük Birader” her yerdedir; kapalı toplumlar da gerçek hayatta kendi büyük birader mekanizmalarını kurarlar. Bu bazen devletin teknolojik takibiyle, bazen de mahalle baskısı ile gerçekleşir. Böylesi bir ortamda, Foucault’nun deyişiyle, “görünürlük bir tuzaktır” . Her adımını, her sözünü “ya birileri görüyor veya dinliyorsa” endişesiyle tartar. Orijinal düşünce bu iklimde filizlenmekte zorlanır; zira her yeni düşünce, doğmadan önce etrafını saran o gözetleyici bakışlarca boğulma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Gözetim altında yaşamanın bir diğer sonucu da paranoya ve güvensizlik iklimidir. İnsanlar birbirine şüpheyle bakar; çünkü herkes potansiyel bir jurnalci, herkes potansiyel bir ajan olabilir. Kapalı toplum, üyelerini yalnızlaştırmak için onları birbirine karşı tetikte olmaya iter. Hannah Arendt, totaliter rejimlerin insanların arasındaki organik bağları koparıp onları atomize ettiğini söyler. Yalnızlık, böyle rejimlerin hem sonucu hem aracı haline gelir; zira “yalnızlık, kişinin kendi başına düşünme kapasitesini yitirmesiyle el ele gider” ve korku bu boşluğu doldurur . Gözetim toplumunda herkes yalnızdır, ama aynı zamanda herkes birbirinin gardiyanıdır.

Yabancılaşma ve Atomizasyon

Kapalı toplumda düşünen bireyin kaçınılmaz yazgılarından biri de yabancılaşma duygusudur. Çevresindeki dünyanın değerleriyle kendi değerleri uyuşmadığında, kişi kendini bir yabancı gibi hisseder. Sanki ait olduğu toplumdan manevi olarak kovulmuştur. Toplumsal normlar ile kendi vicdanı arasındaki uçurum büyüdükçe, birey hem topluma hem de kendine yabancılaşır. Atomizasyon, yani toplumun bireyleri birbirinden kopuk, izole parçalara dönüştürmesi, kapalı düzenin kasıtlı yaratmak istediği bir durumdur. İnsanlar arasındaki dayanışma bağları zayıfladıkça, her birey tek başına ve güçsüz kalır; bu da otoriteye direnme cesaretini kırar.

20. yüzyıl boyunca totaliter rejimler, kitleleri kontrol etmek için bireyleri atomize etmeyi amaçladılar. Arendt’in analizine göre, totalitarizmin en tehlikeli sonucu, insanların kendilerini toplum nezdinde gereksiz ve köksüz hissetmelerine yol açmasıdır . Yalnızlık ve köksüzlük duygusu öylesine yayılır ki, birey artık gerçeği kendi aklıyla değerlendiremez hale gelir. Kendi deneyimine değil, propagandaya inanır; çünkü etrafında gerçeği sınayabileceği, güvenebileceği başka bireylerle sahici bağlar kalmamıştır. Sürü içindeki yalnızlık, kapalı toplumun en trajik paradoksudur: Herkes bir kalabalığın parçasıdır ama kimse gerçek bir topluluk duygusu hissetmez. Herkes birbirine benzer, ama kimse birbiriyle gerçekten konuşmaz. Bu ortamda düşünen birey, bir adım geri çekilip manzaraya baktığında dehşete kapılır: Etrafında onca insan vardır fakat hakikatin yükünü paylaşabileceği neredeyse kimse yoktur.

Bireyin yaşadığı yabancılaşma yalnızca topluma dönük değildir; kendi iç dünyasında da bir bölünme yaşar. Bir yanı düzene uyup rahat etmek isterken, diğer yanı isyan eder. Eğer sonunda düşüncelerini bastırıp sürüye karışırsa, bu sefer kendi benliğine yabancılaşır. Kendi “iç sesini susturmanın” verdiği vicdan azabı, onu kendinden uzaklaştırır. Camus’nün yabancı karakterleri misali, aynada gördüğü kişiyle konuşamaz hale gelir. Eğer boyun eğmez de düşüncelerini savunursa, bu kez toplum ona yabancı gözüyle bakar; o artık “aranızda bizden olmayan biri var” duygusunun hedefidir. Her iki durumda da, kapalı toplum bireyi bölüp parçalamıştır.

Bu noktada, bireyin önünde iki seçenek belirir: Ya içe kapanarak kendi düşünsel dünyasında bir sığınak yaratacak, yahut direnerek yabancılaşmanın üstesinden gelecektir. İlk yol, insanı melankoli ve pasifliğe sürükleyebilir. İkinci yol ise çetin ama onurludur: Yabancılaşmaya karşı direniş, bireyin yeniden kendisiyle ve başkalarıyla sahici bir bağ kurma mücadelesidir. Erich Fromm’a göre modern toplumda insanlar çoğu kez kendileri olmaktan vazgeçip, başkalarının onlardan beklediği rollere bürünürler; fakat bu dönüşüm sürecinde içlerinde derin bir boşluk oluşur. Yabancılaşmaya karşı koymanın ilk adımı, bu boşluğu tanımak ve onu sahte rahatlıklarla doldurmayı reddetmektir. Yani, kendi sesine kulak vermek, başkalarının korosuna değil.

Zihinsel Direniş ve Özgürlüğün Işığı

Tüm bu baskı, yalnızlık ve yabancılaşma tablosuna rağmen, kapalı toplumda düşünen birey için umut ışığı sönmez. Zihinsel direniş, en karanlık zamanlarda bile insanın özgürlüğünü muhafaza edebileceğinin kanıtıdır. Bu direniş, önce bireyin kendi içinde başlar. Kendi düşüncelerine sahip çıkması, onları dış dünyanın baskısına inat yaşatması gerekir. Spinoza’nın yüzyıllar önce belirttiği üzere, insanın doğal hakkı olan düşünme özgürlüğü, elinden tamamen alınamaz; en baskıcı rejimler bile insanların zihinlerini tamamen zapt edemez . Düşünceler gizlice filizlenir, belki fısıltıyla yayılır, belki satır aralarına gizlenir ama tamamen yok edilemez. Bireyin zihni, son sığınağıdır.

Zihinsel direnişin en önemli yakıtı, sorgulama cesaretidir. Kişi, içinde bulunduğu düzeni, dayatılan “doğruları” cesurca sorgulamaya devam ettikçe zihninin prangalarını gevşetir. Arendt, bireyin kendi gerçekliğini tarif edip ona karşı durabilmesi için, “insanın öncelikle kendisi için düşünmesi gerektiğini” vurgular . Kendi aklıyla düşünen kişi, ancak o zaman yaşadığı çağı gerçekten anlayabilir ve gerektiğinde ona meydan okuyabilir. Bu süreçte felsefe ve sanat, birer dost ve silah gibidir. Düşünen birey, geçmişin büyük zihinleriyle diyalog kurarak yalnızlığını azaltabilir; onların eserlerinde kendi durumuna dair işaretler bulur ve bundan güç alır. Bir kitapta, bir şiirde veya bir fikirde, “beni anlayan biri var” hissiyatı, zihinsel direnişi besler.

Elbette zihinsel direnişin bedeli vardır. Toplumdan dışlanma, hatta cezalandırılma riskini göze almak gerekir. Fakat Nietzsche’nin de öğütlediği gibi, bu bedel özgün bir benliğe sahip olmanın bedelidir ve ödenmeye değerdir . Zihinsel özgürlük, bedeli ne olursa olsun değerli bir hazinedir çünkü insanın öz saygısını korur. Kendine sadık kalan bir birey, dış dünyada yenilse bile iç dünyasında yenilmez. Sartre’ın ünlü sözüyle, “Cehennem başkalarıdır” – eğer başkalarının yargılarıyla kendimizi tanımlarsak bir cehennemi yaşarız. İşte zihinsel direniş, bu cehennemin ortasında cennetten bir bahçe yaratmaktır: Kendi düşüncelerinin doğruluğuna inandığı sürece, insanın iç dünyası özgür ve huzurlu kalabilir.

Son tahlilde, kapalı bir toplumda düşünen birey, bir nevi isyankâr kahraman gibidir. Onun mücadelesi sessizdir, çoğu zaman görünmezdir, fakat tarihsel önemi büyüktür. Galileo’nun “Yine de dönüyor” fısıltısından, günümüzün fikir mahkûmlarının mektuplarına kadar, zihinsel direnişin bin bir suretine tanık oluyoruz. Bu direniş sayesinde toplumlar zamanla dönüşür, duvarlar yıkılır ve düşüncenin ışığı geniş kitlelere ulaşır.

Sonuç: Özgürlüğe Cesaret Etmek

Bir kapalı toplumda düşünen birey olmanın yükü ağır olsa da, taşıdığı özgürlük kıvılcımı geleceğin ateşini yakabilecek güçtedir. Bu yazıda ele aldığımız felsefi ve psikolojik perspektifler bize gösteriyor ki, en karanlık baskı dönemlerinde bile insanoğlunun düşünme yetisi tamamen zincire vurulamaz. İçsel özgürlüğünü koruyan bireyler, sonunda dışsal özgürlüğün de tohumlarını ekerler. Okura düşen görev, kendi zihinlerindeki prangaları fark etmek ve onlardan kurtulma cesaretini göstermektir. Unutmayalım, düşünmek bir eylemdir ve eylemlerin en soylusudur.

Kapalı bir toplumda yaşıyor olsak bile, zihnimizin kapılarını açık tutabiliriz. Bireysel özgürlük, sorgulama cesareti ve zihinsel direnç, karanlığa karşı en etkili silahlarımızdır. Bu silahları kuşanan birey, belki başlangıçta yalnızdır ama asla yenilmiş değildir. Aksine, onun yaktığı ışık başkalarına da ilham verecek, bir kıvılcım diğerini tutuşturacaktır. Sonunda, düşüncenin su gibi akıcı ve hayat verici gücü, en sert duvarları bile aşındırır. Karanlığa rağmen düşünen, korkuya rağmen sorgulayan, yalnızlığa rağmen direnen her birey, toplumun vicdanıdır. Ve toplumlar, işte bu vicdan sayesinde bir gün yeniden nefes alır.

Son söz yerine, Hannah Arendt’in özgür düşüncenin gücüne dair çağrısıyla bitirelim: “Kendiniz için düşünmek zorundasınız… bulunduğunuz gerçekliği tanımlayabilmek ve sonra ona direnebilmek için” . Kapalı toplumun kilitlerini açacak anahtar, bu cesarette saklıdır. Özgürlüğe cesaret edin, çünkü düşüncenin sınır tanımayan ışığı, en muhafazalı kapıları bile eritebilir.

Kaynaklar:

1. Arendt, H. – There are no dangerous thoughts; thinking itself is dangerous

2. Arendt, H. – The ideal subject of totalitarian rule is not the convinced Nazi… but people for whom the distinction between fact and fiction no longer holds

3. Foucault, M. – Discipline and Punish: The Birth of the Prison (Panopticon etkisi)

4. Foucault, M. – Visibility is a trap

5. Nietzsche, F. – Beyond Good and Evil (Toplum ve delilik üzerine)

6. Nietzsche, F. – No price is too high to pay for the privilege of owning yourself

7. Spinoza, B. – In a free state every man may think what he likes, and say what he thinks

8. Spinoza, B. – Government which attempts to control minds is tyrannical

9. Fromm, E. – Çoğu insanın farkında olmadan konformizme yönelmesi

10. Fromm, E. – The mechanism through which the anonymous authority operates is conformity… Virtue is to be adjusted and to be like the rest. Vice is to be different.

11. Fromm, E. – Yabancılaşmış insanın yalnız kalma korkusu

12. Han, B.-Ch. – Total transparency produces total conformity… it is as if everyone were watching over everyone else

13. Arendt, H. – Loneliness was a symptom of totalitarian regimes… and with it came incapacity to think for oneself

14. Arendt, H. – Totalitarizmin insanları gereksiz ve köksüz hissettirmesi

15. Arendt, H. – You need to think for yourself… so that you can then resist

16. Sartre, J.-P. – “L’enfer, c’est les autres” (Cehennem başkalarıdır)

17. Fromm, E. – Freedom itself can be the cause of fear and anxiety, leading us to escape from freedom

Rıdvan Uysal