Şimdi yükleniyor

Ulus Devletlerin Zayıflaması ve Devletler Üstü Güç Odaklarının Yükselişi

21. yüzyılda geleneksel ulus devletler, ulusal sınırların ötesinde faaliyet gösteren yeni ve güçlü aktörlerin meydan okumasıyla karşı karşıyadır. Örneğin, 2017 itibarıyla dünyanın en büyük 100 ekonomik varlığının 69’u birer devlet değil, şirketlerden oluşmaktaydı . Apple ve Shell gibi dev şirketler, Rusya veya İsveç gibi zengin ülkelerin bile ekonomik büyüklüğünü aşan servetler biriktirmiş durumdadır . Buna karşılık Facebook gibi dijital platformlar milyarlarca insanı sınırötesi bir araya getirerek, birçok hükümetinkine rakip bir toplumsal etki gücüne ulaşıyor. Bu olgular, küresel güç dinamiklerinde bir kaymaya işaret etmektedir: Bir zamanlar mutlak egemen kabul edilen ulus devlet modeli çatırdarken, devletler üstü yeni güç odakları yükselişe geçmektedir.

Bu analizde, öncelikle ulus devletin tarihsel arka planına ve bugünkü krizlerine değinilecek; ardından çokuluslu şirketlerden dijital imparatorluklara ve küresel finans ağlarına uzanan yeni güç dinamikleri incelenecektir. Egemenlik kavramının dönüşümü ve yönetim felsefesi açısından bu değişimin anlamı tartışılacak; teknoloji devlerinin devlet benzeri rollere bürünmesi, uluslararası kuruluşların hükümetler üzerindeki artan etkisi, ekonomik sınırların erimesi gibi günümüz örnekleri somut verilerle ele alınacaktır. Son olarak, ulus devletlerin geleceğine dair öngörüler sunularak, tamamen çökmekten ziyade nasıl bir dönüşüm geçirebilecekleri ve devletler üstü güç odaklarının yönetime nasıl şekil verebileceği değerlendirilecektir.

Tarihsel Arka Plan: Ulus Devletin Yükselişi ve Krizleri

Modern ulus-devletin ortaya çıkışı, 1648 Vestfalya Barışı ile sembolleşen egemenlik prensibine dayanır. Vestfalya düzeni, her devletin kendi toprakları üzerinde dış müdahaleye kapalı mutlak bir yetki sahibi olduğunu ilan etmiştir . Bu “devlet egemenliği” ilkesi, sonraki yüzyıllarda milliyetçilik akımlarıyla birleşerek ulus-devlet modelini doğurdu. Özellikle Fransız Devrimi sonrasında popüler egemenlik fikri (yani devletin meşruiyetinin halktan gelmesi), monarşilerin ve imparatorlukların yerini yurttaşlardan oluşan ulus-devletlerin almasına zemin hazırladı. 18. yüzyıl sonlarından itibaren ulus-devlet, coğrafi bölgeler üzerindeki yönetimde baskın form haline gelerek hanedan monarşileri, teokratik idareler ve sömürge imparatorlukları gibi önceki meşruiyet düzenlerini büyük ölçüde geride bıraktı . 20. yüzyıl ortalarında sömürgeciliğin çözülmesiyle Asya ve Afrika’da birçok yeni ulus-devlet kuruldu; keza 1990’larda Sovyet bloğunun dağılmasıyla onlarca ulus-devlet doğarak dünya haritasını doldurdu. Böylece ulus-devlet, küresel siyasetin temel yapı taşı konumuna yükseldi.

Günümüz krizleri ise ulus-devletin bu geleneksel hakimiyetini sarsmaktadır. Son birkaç onyılda yaşanan küreselleşme, ekonomik ve teknolojik güçleri devlet denetiminin dışına taşımıştır. Artan uluslararası ticaret hacmi, devasa yabancı yatırım akışları, küresel ölçekte bütünleşmiş finansal piyasalar ve dünya çapında faaliyet gösteren şirketler, ulus-devletlerin kendi ekonomilerini tek başına yönetmesini zorlaştırmaktadır . Nitekim, giderek ulusötesi hale gelen bir ekonomide tek bir ülkenin para ve maliye politikalarını tatminkâr biçimde yürütmesi güçleşmektedir . Bunun yanı sıra iklim değişikliği, küresel pandemiler, terörizm gibi sınır tanımayan sorunlar, her bir devletin tek başına yetersiz kaldığı meydan okumalar olarak ortaya çıkmıştır. Bu tür küresel sorunlar, devletleri uluslararası iş birliğine zorlamakta ve egemenliklerini ortak çözümler uğruna kısmen feragat etmelerine yol açmaktadır. İçeride ise birçok ulus-devlet, etnik ayrılıkçılık, yoğun göç dalgaları veya kültürel çoğulluk nedeniyle milli kimlik konusunda gerilimler yaşamaktadır. Ulus-devletin homojen bir ulusal topluluk ideali, çokkültürlü toplum gerçekliğiyle sınanmakta; bazı ülkelerde merkezi otoritenin zayıfladığı, yerel kimliklerin güç kazandığı görülmektedir. Bir değerlendirmeye göre küreselleşme, ulus-devleti tamamen ortadan kaldırmasa da egemenlik alanlarını yeniden düzenlemektedir: Küresel sistemin ihtiyaçlarına cevap vermek adına merkezi ulusal devlet bilinçli biçimde bazı yetkilerinden feragat etmekte ve yerel birimleri güçlendirmektedir . Kısacası çağımızda ulus-devlet, hem dışsal küresel baskılar hem içsel toplumsal dönüşümler nedeniyle eşi benzeri görülmemiş bir meşruiyet ve etkinlik kriziyle yüz yüzedir.

Yeni Güç Dinamikleri: Devletler Üstü Aktörlerin Yükselişi

Ulus-devletlerin görece zayıflamasıyla birlikte, devletler üstü yeni aktörler küresel sahnede güç kazanmaktadır. Öne çıkan aktör ve güç odaklarından bazıları şunlardır:

  • Çokuluslu Şirketler (Küresel Firmalar): Onlarca ülkede faaliyet gösteren küresel şirketler, mali açıdan birçok devleti gölgede bırakacak boyuta ulaştı. 2018’de yapılan bir analize göre, dünyadaki en büyük 200 ekonomik birimin 157’si ulus devlet değil, şirketlerden oluşuyordu; Walmart, Apple ve Shell gibi şirketler, Rusya, Belçika, İsveç gibi varlıklı ülkelerden daha fazla servet biriktirmiş durumda . Bu denli muazzam kaynaklara hükmeden şirketler, çıkarlarını korumak için hükümetleri kendi lehlerine politika değiştirmeye zorlayabiliyor. Gerçekten de dünyanın en kârlı şirketleri, hükümetlerin çoğundan “katbekat fazla gelir” elde ederek kendilerine politika belirleme gücü yaratmıştır . Yatırım kararlarını bir ülkeden diğerine kaydırarak veya farklı ülkelerin mevzuat boşluklarını kullanarak vergileri düşürmek, çevre veya işçi standartlarını gevşetmek için devletlere baskı yapabilmektedirler. Demokratik süreçlerle doğrudan bağlı olmadıkları için de hesap verebilirlikten kaçmaları kolaydır .
  • Dijital İmparatorluklar (Teknoloji Devleri): Google, Amazon, Apple, Facebook (Meta) gibi teknoloji devleri, ekonomik güçlerinin yanı sıra küresel kültürel nüfuzlarıyla da adeta yeni imparatorluklara dönüşmüş durumda. Bu şirketlerin piyasa değerleri ve yıllık gelirleri, orta büyüklükteki birçok ülkenin millî gelirini aşmaktadır. Yapılan araştırmalar, Apple ve Alphabet (Google) gibi firmaların servetinin pek çok ülkenin GSYİH’sini geride bıraktığını ve bunun şirketsel gücü siyasi etkiye dönüştürdüğünü ortaya koymaktadır . Nitekim teknoloji devleri, zaman zaman ulusal yasalara müdahale etmeye veya hükümet politikalarıyla çatışmaya cüret edebilmektedir . Örneğin, sosyal medya platformları yasa tasarılarını engellemek veya lehine yönlendirmek için kamuoyu baskısı kurabilir; veri tekelleri, devletlerin düzenleyici otoritesine meydan okuyabilir. Teknoloji şirketlerinin gücü sadece ekonomik değil, sosyokültürel boyuttadır: Ürün ve hizmetleri dünya çapında iletişim normlarını ve değerleri şekillendiriyor. Twitter ve Facebook gibi platformlar, farklı ülkelerdeki aktivizmi ve hatta devrimleri tetikleyerek küresel ölçekte toplumsal değişime yön verebildi . Bu dijital imparatorluklar, milyarlarca kullanıcıdan oluşan adeta birer nüfusa ve devasa veri hazinelerine sahip olarak ulus-devletlerinkine benzer bir idari kudret sergiliyor; üstelik bu güç, ulusal çıkarlardan ziyade şirket vizyonlarına göre kullanılabiliyor .
  • Küresel Finans Ağları: Dünya finans sistemi, ulusal sınırları önemsizleştiren bir ağ yapısı kazanmıştır. New York, Londra, Tokyo gibi finans merkezlerinde alınan kararlar veya küresel yatırım fonlarının hamleleri, anında diğer ülkelerin ekonomilerini etkileyebilmektedir. Trilyonlarca dolarlık sermaye, günümüzde elektronik birkaç işlemle bir ülkeden diğerine akarak ulusal ekonomilerin kaderini belirleyebiliyor. Bu durum, devletlerin para politikası ve finansal istikrar üzerinde tam denetim kurmasını zorlaştırıyor. Örneğin, 1997 Asya finans krizi sırasında uluslararası bankaların ve yatırımcıların ani geri çekilişleri, Endonezya gibi ülkelerde yerel düzenlemelerin denetleyemediği bir yıkıma yol açmıştı . Kriz öncesi dönemde Japonya ve diğer OECD ülkelerindeki bankaların, Endonezya’daki finans kurumlarına yerel mevzuatın öngörmediği şekilde teminatsız krediler vermesi mümkün olmuş; bu sınır aşan denetimsizlik, ulusal otoritelerin tek başına önleyemeyeceği bir çöküşü getirmiştir . Böylece küresel finansal entegrasyon, devletlerin geleneksel bankacılık ve para denetimlerini aşındırmış; ülkeler, kendi para birimlerinin değerinden faiz oranlarına kadar birçok alanda küresel piyasa güçlerinin insafına daha açık hale gelmiştir. Ayrıca IMF gibi kuruluşlar veya kredi derecelendirme şirketleri, zor durumdaki ülkelere koşullu kredi sağlayarak veya not indirerek fiilen ekonomik politikaları dikte edebilmektedir.
  • Uluslararası ve Bölgesel Kuruluşlar: Devletler üstü güç odaklarının bir diğer boyutu da uluslararası örgütlerdir. Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar ile Avrupa Birliği (AB) gibi bölgesel yapılar, üye devletlerin politikalarını ciddi biçimde yönlendirebilmektedir. Özellikle AB örneğinde, ulus-devletler kendi egemenlik haklarının önemli bir kısmını ortak bir otoriteye bilinçli olarak devretmişlerdir . Örneğin AB üyesi ülkeler, ticaret, para politikası (Euro bölgesi için) ve hatta insan hakları standartlarında Brüksel’in ve Lüksemburg’daki Avrupa Adalet Divanı’nın kararlarını ulusal hukuklarının üstünde kabul etmektedir. Bu egemenlik paylaşımı, devletlerin gönüllü tercihiyle gerçekleşmiştir ve üyelik karşılığında ekonomik ve siyasal avantajlar elde etmeyi amaçlar . Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlar ise, ekonomik krize giren ülkelere kredi sağlarken katı kemer sıkma politikaları şart koşarak ulusal bütçe harcamalarını ve ekonomik tercihleri fiilen kontrol edebilir hale gelmiştir. Dolayısıyla, uluslararası kuruluşlar bazı durumlarda hükümetlerden daha fazla etki sahibi gibi davranabilmekte; ulusal karar alıcılar, küresel normlar ve baskılar altında hareket etmektedir.

Egemenliğin ve Yönetimin Dönüşümü

Ulus-devletin zayıflaması ve devlet üstü aktörlerin yükselişi, egemenlik kavramının ve siyasal meşruiyetin doğasını sorgulamaya açıyor. Klasik Vestfalyan egemenlik anlayışında, her devlet kendi sınırları içinde mutlak otoriteye sahipti ve dış müdahale kabul edilemezdi . Oysa günümüzde bu mutlakiyet aşınmaktadır. Egemenlik artık ya paylaşılan (örneğin AB’ye üye olmak suretiyle) ya da fiilen sınırlandırılmış bir nitelik arz ediyor. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana çok sayıda devlet, bile isteye egemenlik haklarının bir kısmını uluslararası iş birliği uğruna kısıtlamıştır . Bu gönüllü kısıtlama, kimi zaman kârlı bir takas olarak görülür: Ulus ötesi birliğe katılarak ekonomik refah veya güvenlik avantajları elde etmek karşılığında bazı ulusal yetkilerden vazgeçmek . Sonuçta egemenlik, artık “tam bağımsızlık” şeklinde değil, dereceli bir kavram olarak değerlendiriliyor. Ulusal hükümetler, belirli konularda otoritelerini küresel kurumlara devrediyor; buna karşılık yerel düzeyde ya da belirli alanlarda söz sahibi olmayı sürdürüyorlar.

Bu tablo, yönetim (yönetişim) olgusunu da teorik açıdan değiştiriyor. Siyaset bilimi literatüründe devlet merkezli modeller (ör. realizm) yerini, çok aktörlü ve çok katmanlı analizlere bırakıyor. Kimi kuramcılar, mevcut küresel düzeni Orta Çağ Avrupa’sına benzeterek bir “yeni ortaçağcılık” (neo-medievalism) durumu oluştuğunu öne sürüyor. Hedley Bull, 1977’de modern dünyada devlet egemenliğinin aşınmasını değerlendirirken, ortaya çıkmakta olan düzeni Orta Çağ Hristiyan âlemine benzetmiştir: O dönemde ne krallar ne de Papa tek başına tam egemen değildi; güç, birbirini tamamlayan ve örtüşen otoriteler arasında paylaşılmıştı . Günümüzde de benzer şekilde örtüşen egemenlikler ve çoklu bağlılıklar söz konusudur. Örneğin, bir birey aynı anda hem kendi yerel yönetimine, hem ulus devletine, hem de AB gibi bir üst birime tabi olabiliyor; ayrıca çalıştığı küresel şirketin politikalarından da etkileniyor. Bu durum, siyasal iktidarın “tek merkezli” olamayacağını, farklı ölçeklerdeki aktörlerin yönetime ortak olduğunu gösteriyor. Kısaca, çok düzeyli yönetişim kavramı önem kazanmakta: Yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde kural koyucular ve güç odakları bir arada var oluyor.

İnsan psikolojisi ve meşruiyet boyutunda da önemli dönüşümler yaşanıyor. Yüzyıllardır ulus-devlet, bireylere kolektif bir kimlik ve aidiyet hissi sundu; milliyetçilik ideolojisi kitleleri bir arada tutan bir tutkal işlevi gördü. Eğer devletin rolü zayıflarsa, insanlar yeni aidiyet biçimleri arayabilirler. Nitekim küreselleşmenin getirdiği kozmopolit kültür, bazı kesimlerde “dünya vatandaşı” anlayışını güçlendirirken; diğer yandan ulusal egemenliğin erozyona uğradığını düşünen kesimlerde daha keskin milliyetçi tepkilere yol açabiliyor. Egemenlikteki değişimlerin, er ya da geç ideoloji ve toplumsal psikoloji alanında değişikliklere yol açacağı vurgulanmaktadır . Örneğin, ulusüstü kurumlara duyulan güvensizlik veya küresel şirketlerin denetimsiz güç sahibi olması, vatandaşlarda demokratik kontrolün kaybı hissini doğurabilir. Bu da popülist söylemleri besleyerek siyasi yelpazede dalgalanmalara neden olmaktadır. Ayrıca hesap verebilirlik sorunu belirmektedir: Ulus-devletler en azından halkın oyuna ve denetimine tabiyken, sınırötesi şirketler veya uluslararası kuruluşlar için benzer bir demokratik mekanizma zayıftır. Meşruiyet krizi tam da burada düğümleniyor: İnsanlar üzerindeki büyük etkisine rağmen, devlet dışı küresel aktörler “halk adına” hareket ettiklerini iddia etmez ve edemezler. Bu nedenle yeni yönetim düzeni, sadece kurumsal değil, ahlaki ve psikolojik açıdan da eski paradigmadan farklıdır. Toplumların bu yeni düzene rıza göstermesi için ya ulusüstü aktörlerin demokratikleşmesi ya da ulus devletlerin bu aktörleri denetleyecek mekanizmaları kolektif olarak geliştirmesi gerekecektir.

Günümüz Örnekleri ve Somut Göstergeler

Yukarıda bahsedilen dönüşümler, güncel olay ve olgularla somut biçimde gözlemlenebilmektedir. İşte bugünden bazı çarpıcı örnekler:

  • Teknoloji Devlerinin “Devletleşmesi”: Büyük teknoloji şirketleri, klasik devlet fonksiyonlarına öykünen adımlar atıyor. Örneğin Facebook (Meta), 2020’de içerik denetimi konusunda nihai kararları veren bir “Üst Kurul” (Oversight Board) oluşturarak adeta kendi yargı organını kurdu. Milyarlarca kullanıcıyı ilgilendiren ifade özgürlüğü kararları, ulusal mahkemelerden ziyade bu şirketin atadığı küresel kurul tarafından alınıyor. Yine 2021’de Avustralya, teknoloji platformlarının haber içeriği için medya kuruluşlarına ödeme yapmasını zorunlu kılan bir yasa çıkardığında, Facebook hükümete boyun eğmek yerine Avustralya’daki tüm haber paylaşımlarını durdurma yoluna gitti . Dönemin Avustralya Başbakanı, bir şirketin ulusal parlamentonun iradesine böyle karşı gelmesini eleştirerek Meta’nın bu hamlesini demokrasiye aykırı buldu . Şirket ise geri adım attırmak için ülkeyi haber karanlığına sürüklemekten çekinmedi. Bu olay, bir özel şirketin egemen bir hükümete meydan okuyabildiğini göstererek teknoloji devlerinin ulaştığı fiili kudreti gözler önüne serdi. Benzer şekilde, kripto para girişimleri de devletlerin yetki alanını zorluyor. Bitcoin gibi merkeziyetsiz dijital paralar, hükümetlerin para politikası üzerindeki tekeline meydan okurken; Facebook’un duyurduğu (ancak gelen tepkiyle rafa kaldırdığı) Libra gibi proje girişimleri, küresel bir para otoritesi oluşturma iddiasıyla ulus-devletlerin para basma ayrıcalığını tehdit etmiştir. Tüm bu gelişmeler, teknoloji aktörlerinin sadece ekonomik değil, yarı-devletsiz bir otoriteyle hareket ettiğini gösteriyor.
  • Uluslararası Örgütlerin Hükümetlere Üstün Gelmesi: Devletlerin üzerindeki uluslararası kurum baskısını son yıllarda Avrupa borç krizinde net biçimde gördük. 2010’larda Yunanistan, İrlanda, Portekiz gibi ülkeler iflasın eşiğine geldiğinde kurtarma paketlerini sağlayan IMF, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu’ndan oluşan “Troyka”, bu ülkelere sert kemer sıkma politikaları dayattı. Örneğin Yunanistan’da hükümetler değişse de emeklilik maaşlarından kamu harcamalarına dek birçok kalemde Troyka’nın talepleri uygulandı; Yunan halkının referandumda reddettiği önlemler bile sonunda yürürlüğe kondu. Bu süreç, ulusal egemenliğin finansal bağımlılıklar nedeniyle nasıl kısıtlandığının acı bir örneğiydi. Bir Yunan bakana göre ülkesinin kaderi kendi elinde değil, “AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’nın ellerindeydi” – bu da egemenlik kaybı hissini toplum nezdinde açıkça ortaya koydu. Uluslararası arenada buna benzer pek çok örnek mevcuttur: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararları, üye devletlerin dış politikasını şekillendirir; Dünya Ticaret Örgütü’nün anlaşmazlık mahkemeleri, ülkelerin ticaret kanunlarını değiştirmeye zorlayabilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları, üye ülkelerin iç hukukunda düzeltmeler yapılmasını şart koşar. Bütün bu durumlarda, uluslararası normlar ulusal iradeye galip gelmektedir. Elbette devletler bu kuruluşların parçası olmayı kendileri seçmiştir; ancak ortaya çıkan pratik, bazı alanlarda uluslararası örgütlerin ulus hükümetlerinden daha fazla etkin olduğu gerçeğidir.
  • Sınırların Ekonomik Olarak Erimesi: Küreselleşmenin en somut hissedildiği alan ekonomidir. Günümüzde herhangi bir ürünün tasarımı, üretimi ve satışı birden çok ülkenin katıldığı küresel tedarik zincirleri üzerinden yürütülüyor. Örneğin bir otomobil modeli, Almanya’da tasarlanıp Türkiye’de parça üretilip Çin’de monte edilerek tüm dünyaya satılabiliyor. Malların ve hizmetlerin dolaşımı önündeki gümrük duvarları tarihin en düşük seviyelerine indi; bu sayede şirketler üretimin en verimli veya ucuz olduğu yerlere kolayca kayabiliyor. Ulusal sınırlar, ekonomik faaliyetler açısından geçirgen hale geldi. Sermaye hareketleri ise daha da sınırsız: Bir yatırımcı Londra’da oturup Brezilya borsasındaki hisselerini satabiliyor; bir merkez bankasının faiz kararı, anında döviz algoritmaları aracılığıyla küresel sermaye akımlarını yönlendirebiliyor. Şirketler, bir ülkede sıkı düzenlemelerle karşılaştığında faaliyetlerini hızla başka ülkeye kaydırarak farklı yargı bölgeleri arasında manevra yapabiliyor. Friends of the Earth adlı örgütün bir raporu, büyük şirketlerin “farklı ulusal yargı bölgeleri arasında hareket ederek sorumluluktan kaçınabildiğini” vurguluyor; dahası birçok şirketin, kendilerini düzenlemek isteyen devletlerden daha zengin ve güçlü olduğunu belirtiyor . Bu durum, ekonomik sınırların kağıt üzerindeki çizgilerden ibaret kaldığını gösterir niteliktedir. Sonuç olarak, ulusal hükümetler kendi sınırları içindeki ekonomik aktiviteleri eski yöntemlerle kontrol etmekte zorlanıyor; zira ekonomi fiilen küresel bir olgu haline gelmiştir. Para, mal, insan ve veri akışları dünya üzerinde büyük ölçüde serbestçe dolaşırken, ulus-devletler bunları tek taraflı kısıtladığında rekabetten kopma riskiyle karşılaşıyor. Ekonomik refah arayışı, devletleri sınır ötesi açıklığa zorluyor ve böylece sınır kavramı ekonomik düzlemde anlam kaybına uğruyor .

Ulus Devletin Akıbeti

Peki tüm bu gelişmeler ışığında gelecek nasıl şekillenecek? Ulus-devletler tamamen tarihe karışacak mı, yoksa kendilerini yeni şartlara uyarlayarak varlığını sürdürecek mi? Mevcut eğilimler, devletlerin ortadan kaybolmasından ziyade dönüşerek devam edeceğine işaret ediyor. Birçok analist, ulus-devletlerin değişen durumlara uyum sağlayabileceğini ve esneklik gösterebileceğini, dolayısıyla gelecekte de önemini koruyacağını vurguluyor . Nitekim COVID-19 pandemisi veya Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi son krizler, insanların ve toplumların hâlâ ulusal hükümetlerine başvurduğunu, devletin vazgeçilmez bir güvence mekanizması olduğunu gösterdi . Kriz anlarında sınırların tekrar belirginleştiğine, devletlerin temel işlevlerinin (kamu düzeni, sağlık hizmetleri, savunma vb.) hayatî önem taşıdığına tanık olduk. Bu nedenle, ulus-devletin yakın gelecekte tamamen çözülmesi olası görünmüyor.

Öte yandan, ulus-devletin geleneksel “mutlak egemen güç” rolü büyük bir dönüşüm geçiriyor. Gelecekte bizi muhtemelen çok katmanlı bir yönetişim modeli bekliyor. Bu modelde ulus-devletler var olmaya devam etmekle birlikte, üstlerinde küresel veya bölgesel düzeyde kurumlar, altlarında ise güçlü yerel yönetimler ve ağlar olacak. Bir bakıma, dünya siyaseti, ulus-devletlerin üstünde yeni bir federal katman oluşmasıyla yeniden örgütlenebilir . Önde gelen senaryolardan biri, uluslararası işbirliklerinin ve kurumların genişleyerek bir “küresel federal yapı” meydana getirmesi, ulus-devletlerin ise bu yapının birer bileşeni haline gelmesidir . Böyle bir sistemde küresel sorunlar (iklim değişikliği, dijital güvenlik, salgın hastalıklar gibi) ulusüstü kurumlarca ele alınırken; ulus-devletler daha çok yerel ve milli meselelere odaklanacaktır. Aslında bu dönüşüm halihazırda başlamıştır bile: Örneğin Paris İklim Anlaşması gibi çok taraflı mutabakatlar, devletleri ortak kurallara bağlamakta; OECD’nin öncülük ettiği küresel asgari kurumlar vergisi girişimi, çokuluslu şirketleri denetlemek için devletleri müştereken hareket etmeye zorlamaktadır.

Devletler üstü güç odakları, geleceğin yönetişiminde kurumsal roller üstlenebilir. Teknoloji devlerini dizginlemek adına uluslararası dijital düzenlemeler (küresel veri koruma standartları, dijital vergiler vb.) geliştirilebilir. Hatta belki ileride Google, Amazon gibi şirketlerin küresel çapta hesap vermesini sağlayacak çok uluslu düzenleyici kurumlar ortaya çıkabilir. Örneğin, şu anda ulusal düzeyde uygulanan antitröst (tekelcilik karşıtı) yasaların küresel bir eşgüdümle Big Tech’e tatbik edilmesi gündeme gelebilir. Benzer şekilde, sivil toplum kuruluşları ve şehir ağları da küresel yönetime katkı sunan aktörler haline gelebilir (örneğin dünyanın büyük şehirlerinin iklim girişimi olan C40 ağı, ulus devletleri baypas ederek şehirler düzeyinde politika geliştirmektedir). Yani, gelecek projeksiyonunda çok aktörlü bir yönetişim ekosistemi bulunuyor: Ulus-devletler meşruiyet ve demokratik temsil zemini sağlarken; şirketler inovasyon ve hizmet sunumunda rol oynayacak, uluslararası kuruluşlar ise hakemlik ve koordinasyon işlevi görecek.

Bu süreçte elbette riskler de mevcut. Eğer yeni denge iyi kurulamazsa, ulus-devletlerin zayıflaması, güç boşluklarının otoriter şirketler veya küresel elitler tarafından doldurulması tehlikesini barındırıyor. Bazı görüşlere göre aşırı güçlü şirket patronları, demokratik denetime tabi olmadıklarından yeni bir oligarşi düzeni kurabilir. Örneğin, tekno-feodalizm diye adlandırılan bir distopyada, veriye ve yapay zekâya hükmeden şirketler yeni “derebeyleri” gibi davranabilir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde kritik soru, hesap verebilirlik mekanizmalarının nasıl evrileceği olacaktır. Küresel çapta bağlayıcı kurallar ve denetimler geliştirilmezse, uluslararası şirketler ve finans çevreleri üzerindeki kamu kontrolü zayıf kalabilir. Buna karşılık, devletlerin işbirliğiyle kurulacak yeni düzenleyici çerçeveler, güç dağılımını daha dengeli hale getirebilir.

Sonuç olarak, ulus devletlerin tamamen çökmesi beklenen bir senaryo değildir; ancak eski egemenlik anlayışı da köklü bir değişime uğramıştır ve uğramaya devam edecektir. Ulus-devletler muhtemelen gelecekte daha mütevazı, ağlar içinde bir aktör konumunda var olacak, kendilerinden büyük küresel sistemin bir parçasına dönüşecektir. Bu dönüşüm, tehlikelerle birlikte fırsatlar da sunmaktadır: Eğer insanlık, devletlerüstü güç odakları ile ulus-devletler arasındaki ilişkiyi yeni bir toplumsal sözleşme ile yeniden tanımlayabilirse, küresel ölçekte barış ve refahın daha etkin şekilde sağlanabileceği bir düzen kurulabilir. Bu ise uluslararası hukuk normlarının güçlendirilmesini, demokratik temsilin ulusötesi boyutta düşünülmesini ve şeffaflık/hesap verebilirlik ilkelerinin küresel aktörlere de uygulanmasını gerektirecektir. Geleceğin dünyasında muhtemelen ne tamamen ulus-devletsiz bir kaos, ne de tek bir dünya hükümeti ütopyası gerçekleşecektir; bunun yerine, ulus-devletlerin evrim geçirerek yeni aktörlerle birlikte var olacağı hibrit bir yönetim modeli ortaya çıkacaktır. Bu modelin başarılı olup olmayacağı ise hem devletlerin hem devletler üstü güç sahiplerinin bugünden alacağı tutuma bağlıdır.

Kaynakça:

  1. Britannica, “Nation-state – Definition, Characteristics & Politics”

2. John Whalley, “Globalization and the Decline of the Nation State” (Forum of Federations, 1999)

3. Birgün Gazetesi, “Küreselleşme ve ulus devlet”

4. Inequality.org, “157 of World’s 200 Richest Entities Are Corporations, Not Governments”

5. A. Shaji George, “Silicon Valley Rising: How Big Tech May Eclipse Nation States”

6. Reuters, “Meta angers Australia with plan to stop paying for news content”

7. Leonid Grinin, “State Sovereignty in the Age of Globalization: Will it Survive?” (Globalistics and Globalization Studies)

8. Wikipedia, “Neo-medievalism” (Hedley Bull’un neo-ortaçağ düzeni tasviri)

9. Salzburg Global Seminar – Audrey Plimpton, “Will Nation-States Remain the Way of the Future?”

Rıdvan Uysal