Sessiz Sabotajın Anatomisi: Barış Söylemini İçeriden Çökerten Zihin Haritası
Gazeteci-yazar Fatih Altaylı, Türk medya arenasında kendini bilimsel, rasyonel ve barış yanlısı bir figür olarak konumlandıran bir isimdir. Televizyon programlarında bilim insanlarına yer vermesi, hurafelere karşı çıkıp akılcı düşünceyi savunması ve terör sorununun çözümü için rasyonel yollar önermesi bu imajını besleyen unsurlardır. Nitekim kendisi, 2013 çözüm süreci döneminde “Barış sürecini başından beri desteklediğimi söylüyorum zaten… Ben bunu yıllardır söylüyorum” diyerek yıllardır devletin PKK ile görüşmesine açık olduğunu vurgulamıştır . Yine aynı yazısında, devletin terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ı kullanmasını savunduğunu, “Devlet, terör örgütüyle görüşmez diyenlerden hiç olmadım… Görüşmemesi hatadır” sözleriyle dile getirmiştir . Bu söylemler, Altaylı’nın kendini barışı önceleyen realist bir yorumcu olarak lanse ettiğini göstermektedir.Ancak Altaylı’nın köşe yazıları ve yorumları derinlemesine incelendiğinde, bu rasyonel ve barış yanlısı görüntünün ardında sert ideolojik refleksler ve katı dogmalar belirdiği görülür. Özellikle Kürt meselesi, Lozan Antlaşması gibi tarihsel semboller ve “devlet aklı” söylemi söz konusu olduğunda Altaylı’nın dili barışçıl ve dönüşüme açık olmaktan uzaklaşıp keskin bir dogmatizme bürünmektedir. Bu çelişkili durum, Altaylı’nın söylemini entelektüel tutarlılık açısından sorgulamamızı gerektiriyor: Gerçekten barışı mı savunuyor, yoksa barış ihtimalini imkânsızlaştıran resmi ideolojik dogmaları mı pekiştiriyor? Bu soruya cevap ararken Altaylı’nın söylemindeki temel tutumları çok yönlü analiz edeceğiz.Lozan ve Resmi Tarih Dogmaları: Sorgulanamaz KutsallarFatih Altaylı’nın yazılarında en belirgin dogmatik duruş, resmi tarihin ve kuruluş ideolojisinin kutsanmasıdır. Özellikle Lozan Antlaşması konusunda sergilediği tavır, rasyonel tartışmaya kapalı, adeta inanca dayalı bir savunmadır. Altaylı, Lozan’ı sorgulamaya yeltenen veya tartışmaya açan kim varsa sert şekilde azarlamaktadır. Örneğin yakın tarihte kendi YouTube kanalındaki bir değerlendirmesinde Lozan’ı tartışmaya açanlara karşı öfkesini “Ulan ahmak sürüsü, ulan dangalaklar, ulan cahiller!” diye hakaretler savurarak göstermiş; ardından da bu kişilerin tarihi bilmezliğini vurgulamak için “12 Ada Lozan’da verilmedi” diyerek onları küçümsemiştir . Bu çıkış, Altaylı’nın Lozan’ı ele alırken herhangi bir eleştirel yaklaşıma tahammül etmediğini, Lozan’ı mutlak doğru ve tartışılmaz bir kazanım olarak gördüğünü ortaya koyuyor.Altaylı’nın yaklaşımına göre Lozan’ı eleştirmek, doğrudan Cumhuriyet’in meşruiyetini sorgulamak anlamına gelir. Nitekim bir programda dile getirdiği “Lozan’a karşı olan, Cumhuriyet’e karşı demektir; Lozan’ı tartışmaya açan, ülkeyi tartışmaya açar” minvalindeki sözleri , Lozan’ı milli bir tabu haline getirdiğini gösterir. Bu tavır, Lozan’ı tarihsel bir anlaşmadan ziyade dogmatik bir “kurucu metin” mertebesine yükselttiğinin işaretidir. Altaylı nezdinde Lozan, bilimsel tarihçilerin soğukkanlı analiziyle değerlendirilebilecek bir belge değil; aksine üzerinde en ufak bir kuşku gölgesi kabul edilemeyecek kutsal bir semboldür. Bilimsel gerçekleri önemsediğini iddia eden bir gazetecinin, Lozan konusunda bilimsel tartışma sınırlarını bu denli kapatması, rasyonellik iddiasıyla çelişmektedir. Altaylı burada bilimsel söylemi araçsallaştırmakta, Lozan’ı eleştirenleri “cahil” ilan ederken aslında tarihsel bir dogmayı savunmaktadır.Benzer bir dogmatik refleks, Altaylı’nın Kemalizm ve Türk milliyetçiliğine yaklaşımında da görülür. Altaylı, köşe yazılarında Atatürkçü-Kemalist değerleri ve Türk ulusal birliğini adeta dinî bir dogma titizliğiyle korur. Örneğin, kimi zaman dile getirilen “Lozan bize kayıptır” veya “Yeni bir anlaşma gerekir” gibi uç iddialara karşı Altaylı’nın sert ve alaycı üslubu, resmi ideolojiye yönelik herhangi bir revizyon fikrine tamamen kapalı olduğunu gösterir. Bu tutum, düşünce dünyasında eleştirel aklın önüne bir duvar örmektedir. Altaylı’nın perspektifinde Lozan veya Kemalist prensipler gibi kurucu öğeler tartışılamaz bir mutlak hakikat statüsündedir; dolayısıyla toplumsal sorunların bu çerçevenin dışında, yeni fikirlerle ele alınması imkânsızlaşır.Altaylı’nın Lozan ve resmi tarihe dair bu katı duruşu, özellikle Kürt meselesi bağlamında barışçıl dönüşüm olasılıklarını da sınırlar. Çünkü Türkiye’de Kürt sorununa çözüm arayışları, kaçınılmaz olarak Lozan’daki ulus-devlet paradigmasını ve tekçi vatandaşlık anlayışını tartışmayı gerektirir. Oysa Altaylı’nın bakışında Lozan ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi sorgulanamazdır. Bu nedenle barış ve demokratik açılım ihtimali, daha tartışma başlamadan Altaylı’nın koyduğu ideolojik kırmızı çizgilere takılmaktadır.Barışı Tanımayan Aklın Haritası: Kürt Meselesinde Dilin İnkâr MekanizmasıFatih Altaylı, Kürt meselesine dair yazılarında da kendini aklıselim ve çözüm yanlısı bir yorumcu olarak sunmakla birlikte, söyleminin derinliklerinde barışçıl dönüşümü zorlaştıran bir devletçi dogmatizm yatar. Altaylı sık sık “hep barışı savunduğunu” belirtir, hatta devletin yıllarca PKK lideri Öcalan’ı kullanmayarak hata ettiğini yazacak kadar pragmatiktir . İlk bakışta bu tavır, katı milliyetçi çevrelerden daha ilerici ve çözüm odaklı görünebilir. Ne var ki Altaylı’nın çözüm vizyonu, esasen devlet aklının mutlak hakimiyetini öngörür ve Kürt tarafının taleplerini veya tarihsel gerçekliğini büyük ölçüde yok sayar.Altaylı’nın 2011 ve 2012’de kaleme aldığı köşe yazıları, onun Kürt sorununda nasıl bir çerçeve çizdiğini açıkça ortaya koyar. 2011’de yayımlanan “Asıl Sorun Kürt Faşizmi” başlıklı yazısında, PKK ve KCK yapılanmasını “Kürt faşistleri” diye tanımlayarak tüm sorunun kaynağını Kürt hareketinin tutumuna indirgiyor . Altaylı’ya göre “Kürt meselesinin geldiği yerde ortada bir sorun yok, sorun üreten bir yapı var. Bu yapı ‘Kürt faşistleri’. Bunların çatı organizasyonu KCK’dır” demektedir . Devletin ise onca “cesur adım” attığını, PKK’nın başlangıçtaki taleplerinin %90’ının karşılandığını iddia eder . Benzer şekilde 2012’de “Öcalan Kürt sorununun ta kendisidir” başlıklı yazısında da “Türkiye’de Kürt sorunu diye bir sorun kalmamıştır” diyerek, meselenin özünde terör örgütü liderinin durumu ve örgüt kadrolarının kendi geleceğini garantileme derdinden ibaret olduğunu savunmuştur . Altaylı açıkça, demokratikleşme veya kimlik talepleri gibi unsurları tamamen gözardı etmekte; Kürt vatandaşların meşru siyasal ve kültürel beklentilerinin hemen hepsinin karşılandığını ileri sürmektedir. Böylece sorunu, devletin çözmesi gereken bir mesele olmaktan çıkarıp PKK’nın bitmek bilmeyen bir inadı ve iktidar hırsı olarak resmetmektedir.Bu bakış açısı, Altaylı’nın “barış yanlısı” söyleminin sınırlarını da ele verir. Zira barıştan anladığı, karşı tarafın koşulsuz teslimiyeti veya devletin bahşettiği kadar hakla yetinmesi üzerine kuruludur. Nitekim Altaylı, çözüm sürecini desteklerken bile devlete hep “güçlü taraf” rolü biçmiş, “Devlet Öcalan’la da görüşür… Görüşmesi değil, görüşmemesi hatadır. Kullanması değil, kullanmaması ayıptır” diyerek süreci bir müzakere değil, devletin akıllıca yöneteceği bir teslimiyet planı gibi sunmuştur . O, devletin Öcalan’ı İmralı’da koz olarak kullanıp terörü bitirmesini savunurken; barışın toplumsal uzlaşma, hakikatlerle yüzleşme ve karşılıklı tavizlerle gelebileceği gerçeğine kapıları kapatır. Altaylı’nın zihninde “barış”, devlet aklının ve resmi ideolojinin çizdiği sınırlar içinde bir suskunluk hali demektir. Bu nedenle, söylem düzeyinde barışı destekler görünse de, gerçekte dönüşümü ve kalıcı barışı imkânsız kılan bir paradigmayı yeniden üretir.Örneğin, Altaylı barış sürecini desteklediğini ilan ederken bile Kürt siyasi hareketini “faşist” diye yaftalamaktan geri durmamıştır . PKK’nın silah bırakmamasını hiçbir somut nedene dayandırmadan, sadece “kendi ikballeri peşindeki genç kadroların inadı” olarak açıklar . Böylece çatışmanın yapısal sebeplerini, insan hakları boyutunu veya geçmişte yaşanan travmaları tamamen görünmez kılar. Bu tutum, barışın toplumsal yüzleşme ve empati gerektiren boyutunu sabote eder. Altaylı’nın dili, sorunun taraflarından birini mutlak şeytanlaştırıp (“Kürt faşizmi, Türkiye’nin Kürt’üyle, Türk’üyle önünü kesiyor” ) devleti ise neredeyse kusursuz ilan ederek çözüm zemini bırakmamaktadır. Son tahlilde Altaylı’nın yaklaşımı, “barış olsun ama devletin ezberleri bozulmadan olsun” şeklinde özetlenebilir. Bu da elbette gerçekçi bir barış ihtimalini zayıflatmakta, hatta imkânsızlaştırmaktadır. Barış yanlısı görünürken aynı zamanda barışı getirebilecek demokratik dönüşümleri “gereksiz” veya “tehlikeli” ilan etmek, Altaylı’nın söylemsel paradoksunun kalbinde yer alır.Sağ Muhalefete Eleştiri ve Altaylı’nın Daha Dogmatik ÇizgisiFatih Altaylı’nın ideolojik duruşundaki bir diğer dikkat çekici boyut, kendisini çoğu zaman milliyetçi sağ partilerin üzerinde, onları aşan bir eleştirmen konumuna yerleştirmesidir. Köşe yazılarında ve videolarında MHP’yi ve Devlet Bahçeli’yi sert biçimde eleştirdiğine sık sık tanık oluyoruz. Altaylı, milliyetçi-muhafazakâr siyasetin tutarsızlıklarını ve popülist hamlelerini hicivli bir dille ifşa etmeyi sever. Örneğin, Mart 2025’te Bahçeli’nin bir açıklamasını hedef alarak, Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan bu yana en az üç kez örgüte silah bırakma çağrısı yaptığını hatırlatmış ve “Sır olan, Devlet Bahçeli’nin terörü neden 26 yıl önce değil de şimdi bitirmek istediği” diyerek Bahçeli’nin barış konusunda yıllardır takındığı katı tutumu şimdi değiştirmesini anlamlandırmaya çalışmıştır . Bu sözler, Altaylı’nın Bahçeli’yi adeta barışa engel olmakla itham ettiğini, en azından onun tutarlılığını sorguladığını göstermektedir. Yine aynı yazısında Bahçeli’nin Abdullah Öcalan için kullandığı “Kurucu Önder” ifadesini topa tutmuş; “Neredeyse tüm siyasi hayatını Kürt hareketini hedefe koyarak geçirmiş bir siyasetçinin, bugün terör örgütü liderine örgüt üyelerinin layık gördüğü sıfatla hitap etmesi son derece ilginç” diyerek Bahçeli’nin söylemsel dönüşünü alaycı bir şaşkınlıkla vurgulamıştır . Altaylı, Bahçeli’nin Öcalan’a “önder” demesini öylesine yadırgamıştır ki “Yarın öbür gün PKK yerine PEKEKE demeye başlarsa dönüş dört başı mamur hale gelecek” diyecek kadar iğneleyici bir yorum getirmiştir . Bu örnekler, Altaylı’nın MHP’ye karşı kendini konumlandırırken ne denli sert ve özgüvenli olduğunu ortaya koyuyor. O, milliyetçi sağın liderlerini dahi gerektiğinde “yola getirmeye” çalışan, onlara ders veren bir yorumcu rolüne bürünür.Ne var ki Altaylı’nın Bahçeli ve benzeri sağ figürlere yönelttiği eleştiriler, kendi duruşuyla yan yana konduğunda önemli bir ironiyi açığa çıkarır. Altaylı, Bahçeli’yi yıllar sonra devlet politikası değişince barış söylemine yaklaşmakla itham ederken, aslında kendisi en az Bahçeli kadar hatta bazen daha da dogmatik bir çizgide kalmaktadır. Bahçeli ve MHP, resmi ideolojiye sıkı sıkıya bağlı tutumlarıyla bilinir; ancak siyaset arenasında zaman zaman konjonktüre göre pragmatik dönüşler yapabildikleri de görülmüştür. Örneğin, geçmişte en sert şekilde “açılım” karşıtı olan Bahçeli, bugün iktidarla beraber Öcalan’ın devreye sokulabileceği iması taşıyan söylemleri dahi sessizce kabullenebilmektedir. Oysa Altaylı’nın konumu, dışarıdan eleştirel bir gazeteci kimliğiyle sabitlendiği için, onun ideolojik pozisyonu esneme payı olmaksızın sürdürülür. Bahçeli’nin, devlet politikası gerektirdiğinde kırmızı çizgisini hafifletip Öcalan’a “önder” diyebildiği noktada Altaylı hâlâ buna öfkeyle reaksiyon vermekte, bu tür yumuşamaları “garip ve önemlidir” diyerek küçümsemektedir . Bu durumda Altaylı, eleştirdiği siyasi figürlerden daha katı bir yerde durmuş olmuyor mu?Gerçekten de Altaylı, köşesinden milliyetçi sağ partileri “cahil, tutarsız, hamasetçi” diye yerden yere vururken, kendi benimsediği devletçi paradigmaya en ufak aykırılığı affetmeyen tavrıyla daha katı bir ideolojik bekçi rolüne bürünüyor. Onun nezdinde örneğin MHP lideri Bahçeli, şartlar icabı söylemini değiştirdiğinde “tutarsız” oluveriyor; ama Altaylı’nın gözünde esas makbul olan, asla değişmemek, resmi ideolojinin belirlenmiş sınırlarından milim şaşmamaktır. Bu açıdan bakıldığında Altaylı, eleştirdiği sağ popülistlerden farklı bir geleceğe açıklık sergilemiyor; tam tersine düşünsel dönüşüme kapalı bir profil çiziyor. Örneğin, demokratikleşme adına en ufak “ödün” verilmesini – ister federasyon, ister ana dilde eğitim yahut yerel özerklik tartışılsın – Altaylı anında ya alaya almakta ya da hainlikle eş tutmaktadır. Bu refleksleriyle, değişen dünyaya ve Türkiye’nin evrilen toplum yapısına rağmen, 20. yüzyılın başındaki resmi tezleri ebedî doğrular olarak koruyor. Dolayısıyla söyleminde tutarlılık adına durağanlık ve katılık öne çıkıyor. Bahçeli gibi aktörler konjonktüre göre pozisyon değiştirirken Altaylı kendi ideolojik konfor bölgesinden asla taviz vermemekle övünüyor – ki bu, entelektüel gelişimin de toplumsal uzlaşının da önünde bir engel aslında.Dogmaların Gölgesinde Kurulan Sahte Rasyonaliteyle Barışın Çürütülme BiçimiFatih Altaylı örneği, Türkiye’de medya ve entelektüel tartışma alanında görülen ilginç bir söylemsel çelişkiyi gözler önüne seriyor. Bir yanda bilimsellik, rasyonalite ve barış söylemi; diğer yanda dogmatik milli paradigmalara koşulsuz sadakat… Altaylı’nın yazılarından ve yorumlarından derlenen bu analiz, onun entelektüel duruşunun paradoksunu ortaya koymaktadır. Kendisini modern, akılcı ve barıştan yana gösteren Altaylı, kritik meselelere geldiğinde devlet reflekslerini tekrarlayan bir jargona sarılmaktadır. Bu nedenle, söylemi yüzeyde uzlaşmacı olsa da özünde statükocu ve dönüşüm karşıtı bir işleve bürünmektedir.Altaylı’nın Lozan’ı tartışılmaz bir zafer menkıbesi olarak sunması, Kürt meselesinde devlet politikalarını sorgusuz haklı çıkarması, barış isteyen kesimleri bile “akılsız” ya da “faşist” diye yaftalaması, Türkiye’nin barış ve demokrasi yolculuğunda zihinlerdeki engelleri temsil ediyor. Onun gibi kalemler, barışı gerçekten tesis edebilecek eleştirel bilincin ve yeni fikirlerin filizlenmesini zorlaştırıyor. Çünkü düşünsel zemini dogmalarla sabitlemek, toplumun kendi geçmişiyle ve farklı taleplerle yüzleşebilme kabiliyetini zayıflatıyor. Altaylı, iyi niyetle veya samimiyetle bilimsel aklı savunsa da, bu aklı belirli dogmaların hizmetine koştuğunda bilimsel düşüncenin özgürleştirici özünü de gölgelemiş oluyor.Son tahlilde, Fatih Altaylı’nın söylemi bize şunu hatırlatıyor: Barış yanlısı görünmek ile gerçek anlamda barışa hizmet etmek farklı şeylerdir. Barış, cesur dönüşümleri ve yerleşik tabularla hesaplaşmayı gerektirir. Oysa Altaylı gibi figürler, tabularla hesaplaşmak bir yana, onları tahkim eden bir dil kullanıyorlar. Bu dil, toplumda eleştirel düşünceyi ve empatiyi sekteye uğratan bir dil. Dolayısıyla, Altaylı’nın temsil ettiği söylemsel çizgi, Türkiye’de barış ve demokratikleşme sürecinin önündeki kültürel engellerden biri olarak görülebilir.Barışı gerçekten savunmak, dogmaları terk etmeyi ve tarihi mitleri yeniden değerlendirmeyi gerektirir. Rasyonel olduğunu söyleyen bir entelektüelden beklenen, zor konularda da rasyonelliğini koruması, kutsalları sorgulayabilmesidir. Fatih Altaylı örneğinde ise bunun tersi bir manzara görüyoruz: Bilim ve akıl vurgusu, ancak belli bir noktaya kadar geçerli; ondan sonra yerini inanç düzeyinde bir devletçilik ve milliyetçilik alıyor. Bu çelişkiyi doğru tahlil etmek, Türkiye’de medya dilinin ve ideolojik reflekslerin barış kültürü üzerindeki etkisini anlamak bakımından elzemdir. Altaylı’nın vakası, barış söyleminin gerçekten barışa hizmet edip etmediğini sorgularken, entelektüel tutarlılık ve eleştirel bilinç açısından ufuk açıcı bir örnek teşkil etmektedir.Kaynaklar:• Altaylı, F. (2011). Asıl sorun Kürt faşizmi. Habertürk köşe yazısı, 13 Ağustos 2011 .• Altaylı, F. (2012). Öcalan Kürt sorununun ta kendisidir. Habertürk köşe yazısı, 17 Temmuz 2012 .• Altaylı, F. (2013). Ben bunu hep savundum. Habertürk köşe yazısı, 2 Mart 2013 .• Altaylı, F. (2025). YouTube “Fatih Altaylı Yorumluyor” programı, “Barışın onurlusu” bölümü – Lozan ve PKK değerlendirmesi (16 Mayıs 2025) .• T24 Haber. (2025). Gazeteci Fatih Altaylı: Sır olan, Devlet Bahçeli’nin terörü neden 26 yıl önce değil de şimdi bitirmek istediği (11 Mart 2025) .Rıdvan Uysal
Yorum gönder