Şimdi yükleniyor

Tekrarın Sonu, Anlamın Başlangıcı: Abdullah Öcalan’ın Düşünsel Yolculuğu

Dogmaların küllerinden doğan bir arayış: Bu yazı, anlamını yitirmiş bir dünyanın içinden yeni bir özgürlük dili kuran, tekrarın boğuculuğuna başkaldıran bir zihnin izini sürüyor. Nietzsche’den Camus’ye, Frankl’dan Kafka’ya uzanan bu entelektüel serüven; yalnızca Öcalan’ın değil, hepimizin anlam krizine tutulmuş çağının hikâyesi.

Abdullah Öcalan, yıllardır süren politik mücadelesinde “anlamını yitirmiş, tekrara düşmüş her şeyi reddetme” yaklaşımını merkezine koyarak, sıradanlaşmış kalıplara karşı entelektüel bir isyan geliştirmiştir. Bu yaklaşım, sadece politik stratejileri değil, aynı zamanda toplumsal ve felsefi kabulleri de kökten sorgulamayı içerir. Öcalan’ın Bir Halkı Savunmak, Demokratik Uygarlık Manifestoları ve İmralı Notları gibi eserlerinde, eski paradigmaların neden tükendiği ve yeni bir anlam dünyasının nasıl inşa edilebileceği derinlemesine tartışılır. Bu deneme, Öcalan’ın entelektüel dönüşümünü çok yönlü bir perspektifle inceleyerek, politik psikoloji ve felsefe ekseninde yeniden anlam üretiminin imkanlarını irdeleyecektir. Nietzsche, Camus, Sartre, Barthes gibi düşünürlerin anlam yitimi karşısındaki tavırları ile Durkheim, Fromm, Frankl, Baudrillard gibi sosyal bilimcilerin çağdaş anlam krizine dair çözümleri incelenecek; Kafka, Beckett ve Oğuz Atay’ın edebi yapıtlarından örneklerle tekrara düşen anlatılar ve bireysel isyan temaları bağlantılandırılacaktır. Bu sayede, geçmişin eleştirisiyle yetinmeyip geleceğe dair yapıcı bir paradigma arayışının nasıl şekillenebileceği ortaya konacaktır.

Anlam Krizi ve Entelektüel İsyan

Modern çağ, birçok düşünür tarafından anlam krizi ve nihilizm çağrışımlarıyla betimlenmiştir. Nietzsche, “Tanrı’nın ölümü” metaforu ile geleneksel en yüksek değerlerin çöktüğünü, dolayısıyla eski anlam kaynaklarının tükendiğini ilan etmiştir. Ona göre nihilizm, “en yüce değerlerin kendi kendini değersizleştirmesi” durumu olup insanı bir boşlukla yüz yüze bırakır . Ancak Nietzsche bu boşluğa teslim olmayı değil, değerlerin yeniden değerlendirilmesini (Umwertung aller Werte) savunur. Güçlü birey, dünyanın kendinde bir değeri olmadığını, bütün değerlerin insan yapımı olduğunu kavrayacak cesarete sahiptir; bu hakikati görüp yine de kendi değerlerini yaratarak yaşamına yön verir . Nitekim “dünyada gitgide daha fazla enformasyon, ama gitgide daha az anlam olduğunu” belirten Baudrillard da benzer biçimde postmodern çağın bir mana erozyonu yaşadığını vurgular . Bu tespit, bilgi ve imgelerin sonsuz tekrarının hakikati görünmez kıldığı günümüz toplumu için çarpıcı bir teşhistir.

Nihilizme karşı entelektüel isyanın bir diğer önemli figürü Albert Camus’dür. Camus, yaşamın özündeki saçmalığı (absürdü) kabullenmekle beraber, bunun bir son değil “ancak bir başlangıç” olabileceğini söyler . Sisifos Söyleninde anlamsızlığın idrakinden doğan bunalımın, insanı yeni bir eylem ve değer arayışına sevk etmesi gerektiğini savunur. Camus’nün gözünde, “hayatın saçma olduğunu anlamak” insanı umutsuzluğa değil, başkaldırıya (révolte) yöneltmelidir . Ona göre başkaldıran insan, intihar ya da teslimiyet yerine dünyaya anlam katacak eylemlere girişir. “İsyan ediyorum, öyleyse varız” diyen Camus, bireysel başkaldırının kolektif bir anlam inşasına dönüşebileceğini ima eder . Bu perspektifte isyan, hem varoluşsal hem etik bir değer kazanır; insanın anlamsızlığa karşı bilinçli bir meydan okumasıdır. Camus’nün Başkaldıran İnsan eserindeki “Her başkaldırı bir öz için çağrıdır” sözü, isyanın altında yatan özlem ve değer arayışını dile getirir . Benzer şekilde Jean-Paul Sartre da varoluşçu felsefesinde insanın önce “fırlatılmışçasına özgür” olduğunu, özünü ve yaşamının anlamını ancak kendi seçimleriyle yaratabileceğini belirtir. “İnsan özgürlüğe mahkumdur; dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur. … Hayata bir anlam vermek tamamen insana kalmıştır” ifadesi Sartre’ın bu duruşunu özetler . Bu entelektüel figürler, anlam boşluğuna karşı yaratıcı sorumluluğu ve bireysel değer inşasını öne çıkararak Öcalan’ın benimsediği “anlamını yitiren her şeyi reddetme” tavrına felsefi bir zemin hazırlar.

Roland Barthes ise anlam meselesini kültürel ve dilsel alanda sorgular. Barthes’a göre modern mitolojiler, kavramları sürekli tekrar eden formlara dönüştürerek aslında anlamı donuklaştırır. Mitolojiler adlı eserinde, miti “bir kavramın farklı biçimler aracılığıyla tekrar tekrar sunulması” olarak tanımlar; bu tekrar sayesinde mit, tarihsel özünü gizleyip doğal ve sorgulanmaz görünümler kazanır . Bu bakış açısıyla tekrar, ideolojinin dildeki yansıması olarak anlamı çarpıtan bir araçtır. Barthes, metinlerdeki otoriter anlam tekelini kırmayı hedefleyen “yazarın ölümü” kavramıyla da, okuyucuyu pasif anlam tüketicisi olmaktan çıkarıp aktif anlam kurucusu haline getirmeye çalışır. Bu yaklaşım, Öcalan’ın eskimiş anlatı ve söylemlere mesafe almasıyla örtüşür: Her iki düşünür de anlamın durağan ve dayatılmış biçimlerine karşı eleştirel bir tavır alarak, yeni ve çoğulcu anlam alanları açmaya çalışmaktadır.

Toplumsal Yozlaşma, Anomi ve Kolektif Travma

Bireysel plandaki anlam arayışının ötesinde, modern toplumlar kolektif bir anlam krizine sürüklenmiştir. Klasik sosyolojide Émile Durkheim bu olguyu anomi kavramıyla açıklar. Durkheim, ani toplumsal değişimler veya değer boşluğu dönemlerinde toplumun ortak ahlaki rehberliğinin kaybolduğunu ve bireylerin amaçsızlık girdabına sürüklendiğini belirtir. Britannica’da anomi, “toplumda daha önce ortak olan norm ve değerlerin dağılması sonucu ortaya çıkan kararsızlık hali, bir amaç ve ideal yokluğu” olarak tanımlanır . Anomik bir toplumda “ortak değerler ve ortak anlamlar artık anlaşılmaz ve kabul edilmez hale gelir; yerlerine yenileri de konamamıştır” . Böyle bir ortam, bireylerde derin bir fütursuzluk, amaçsızlık ve boşluk duygusu yaratır; insanlar neyin peşinde koşacaklarını bilemedikleri için her şey beyhude görünür. Durkheim’ın bu saptaması, sanayileşme, şehirleşme ve geleneksel bağların çözülmesiyle sarsılan modern insanın ruh halini yansıtır.

Erich Fromm ise modern kapitalist toplumda bireyin özgürleşme yanılsaması içinde aslında yalnızlaştığını ve anlam duygusunu yitirdiğini vurgular. Özgürlükten Kaçış eserinde Fromm, otoriteden kurtulan insanın yeni bir aidiyet ve anlam duygusu bulamadığında kitle içinde yabancılaşmış bir şekilde yaşadığını söyler. İnsan, köklü bağları koptuğunda belirsiz bir özgürlük içinde kaybolur ve bu boşluğu doldurmak için otoriter ideolojilere veya tüketim kültürüne sığınabilir. Bu da aslında sahte bir anlam duygusu yaratarak bireyin kendi öz potansiyelini gerçekleştirmesini engeller. Fromm’un analizleri, 20. yüzyılda milyonların totaliter hareketlere çekilmesini veya tüketimle avunmasını açıklarken, kolektif anlam yitiminin tehlikelerine dikkat çeker.

Toplumsal travmalar da anlam krizini tetikleyen önemli etkenlerdendir. Viktor E. Frankl, Nazi toplama kamplarındaki deneyimlerinden yola çıkarak geliştirdiği logoterapi yaklaşımında, yaşam anlamının insan psikolojisi için en kritik dayanak olduğunu ileri sürer. Frankl, “Hayat asla koşullar tarafından dayanılmaz hale getirilmez, sadece anlam ve amaç eksikliğiyle dayanılmaz hale gelir” diyerek en zor şartlarda bile insanların yaşama devam edebilmesini sağlayan şeyin anlam duygusu olduğunu vurgular . Toplama kampındaki tutuklular arasında, hayatta kalma ihtimali en yüksek olanların bir “yaşama nedeni” bulabilenler olduğunu belirtir. Bu yaşama nedeni kimi için bir sevilen kişi, kimi için bitirilmesi gereken bir iş ya da dava olabilir. Frankl’ın bu içgörüsü, kolektif travma yaşayan toplumlar için de geçerlidir: Büyük acılar atlatmış bir halkın yeniden ayağa kalkması, geçmiş acılara bir anlam atfedebilmesine, ondan pozitif bir değer veya gelecek vizyonu çıkarabilmesine bağlıdır. Nitekim Frankl’ın da alıntıladığı Nietzsche’nin ünlü sözü, “Yaşamak için bir nedeni olan, hemen her nasıla katlanabilir” ifadesi , hem birey hem toplum düzeyinde anlamın iyileştirici gücünü dile getirir.

Çağımızın bir diğer anlam boyutu da Baudrillard’ın dile getirdiği hipergerçeklik durumudur. Baudrillard, modern dünyada hakikatin yerini semboller ve imajların aldığını, bu simülasyon çağında gerçek ile hayalin iç içe geçerek anlamın kaybolduğunu söyler. “Artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, gitgide daha fazla bilgi var, ama anlam giderek azalıyor” tespiti , dijital enformasyon bombardımanı altındaki günümüz insanının hali pürmelalini özetler. Medya ve popüler kültürün sürekli tüketilmek üzere sunduğu imgeler, haberler, eğlenceler aslında büyük bir boşluğu örtbas etmek içindir. Baudrillard, televizyon ekranını bir ikonostasise benzeterek, tıpkı Bizans ikonalarının Tanrı’nın yokluğunu gizlemek için çoğalması gibi, ekranın da Tanrı’nın (ya da hakikatin) yokluğunu sonsuz görüntülerle maskelediğini söyler . Bu bakış açısı, modern toplumun yalnızca ekonomik ve siyasi değil, simge ve anlam düzeyinde de bir kriz yaşadığını gösterir. İnsanlar bitmeyen bir tekrar döngüsü içinde (haber döngüleri, sosyal medya akışları, tüketim döngüleri) oyalanırken, altında yatan büyük soru –“Bütün bunların anlamı ne?” – cevapsız kalmaktadır. Böyle bir ortamda, gerçek anlam arayışı ister istemez radikal bir eleştirellikle ve mevcut simülasyon düzenine isyanla el ele gitmektedir.

Öcalan’ın Yaklaşımı: Tekrara Karşı Paradigma Değişimi

Abdullah Öcalan, gerek yürüttüğü silahlı mücadele gerek sonraki politik-entelektüel evriminde, yukarıda betimlenen anlam krizlerini bizzat deneyimleyerek kendi özgün çözümlemelerini geliştirmiştir. Öcalan’ın gençlik yıllarında kurucusu olduğu PKK hareketi, başlangıçta Kürt halkının varlığı ve hakları inkar edilirken ulusal kurtuluş için anlamlı bir isyan olarak doğmuştu. Ancak aradan geçen on yıllar boyunca değişen koşullar, mücadeleyi farklı bir eşiğe getirdi. Öcalan, 1999’da İmralı’ya hapsedilmesinden sonraki süreçte, bir özeleştiri ve yeniden düşünme sürecine girdi. Kendi deyimiyle, 20. yüzyılın reel sosyalist etkileri altında şekillenen klasik örgüt modeli ve şiddet stratejisi giderek tekrara düşerek tıkanmıştı. 2025 başlarında kamuoyuna ilettiği tarihi mesajında Öcalan, PKK mücadelesinin koşullarını değerlendirirken açıkça “1990’larda reel sosyalizmin çöküşü ve ifade özgürlüğündeki gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır” diyordu . Bu sözler, bir liderin kendi yarattığı hareketi dahi kutsallaştırmadan sorgulayabilmesinin ifadesidir. Öcalan, bir yapının veya mücadelenin başlangıçta taşıdığı anlam misyonunu yitirdiğinde, onu sürdürmek için direnmeyi doğru bulmamaktadır. Tam tersine, köhnemiş olanı sonlandırıp yeni koşullara uygun yeni bir form arayışına girilmesini salık verir. Nitekim aynı mesajda, çağının gerisinde kalan örgütlenmelerin gönüllü tasfiyesini, yerine devlet ve toplumla barışık demokratik siyaset yollarının inşasını önermiştir. . Bu tutum, devrimci romantizmin ötesinde pragmatik bir anlam arayışı olarak değerlendirilebilir: Öcalan, önemli olanın mücadeleyi sürdürmek değil, amaca hizmet eden doğru yöntemi bulmak olduğunu gösterir.

Öcalan’ın entelektüel dönüşümünün kökeninde, özgürlüğü ve demokratik değerleri merkeze alan yeni bir paradigma inşası yatar. İmralı’da kaleme aldığı Demokratik Uygarlık Manifestoları, kapitalist moderniteye meydan okuyan demokratik modernite kavramını ortaya atmıştır. Bu paradigmada ulus-devletin tekçi, hiyerarşik ve dogmatik yapısına karşılık, çoğulcu, yerel demokrasiye dayalı, ekolojik ve kadın özgürlükçü bir toplumsal model önerilir. Esasen Öcalan, klasik Marksist-Leninist çizginin de bir tür tekrar döngüsüne girdiğini, 20. yüzyıl deneyimlerinin bunu gösterdiğini belirtir. Bir Halkı Savunmak eserinde Sümer’den modern ulus-devlete uzanan iktidar ve devlet döngüsünü incelerken, “aynı özü tekrar tekrar çözmek anlamı geliştirmez, sadece tekrarlar” diyerek tarihsel tekerrürün kısırdöngüsünü vurgular. . Devlet formunun binlerce yıldır değişen görünümlerine rağmen özü itibariyle baskı ve sömürü ürettiğini, bu yüzden gerçek bir öz dönüşüm olmadığı sürece farklı adlarla aynı tahakkümün sürdüğünü söyler. Bu çıkarımdan hareketle, Öcalan kendi mücadelesinde de sadece isimleri değiştirerek veya eski ideolojiyi tekrar ederek ilerlenemeyeceğini anlar. Nitekim PKK’nin 2000’ler sonrası ideolojik dönüşümü, onun bu farkındalığının sonucudur. Örgüt, Öcalan’ın perspektifiyle “Bağımsız birleşik Kürdistan” hedefinden ademi merkeziyetçi “Demokratik Konfederalizm” hedefine yönelmiş; silahlı mücadele önceliğini yitirip demokratik siyaset, kültürel haklar ve yerel öz-yönetimler ön plana çıkmıştır. Bu, bir bakıma köhnemiş ulus-devlet paradigmasını reddederek hem Kürt hareketine hem de bölge halklarına yeni bir anlam ufku sunma çabasıdır.

Öcalan’ın entelektüel atılımı, yalnızca politik strateji değişimi değil, aynı zamanda insan ve toplum anlayışında bir yenilenmeyle ilgilidir. Demokratik modernite kavramı, Durkheim’ın anomi teşhisini andırırcasına, kapitalist uygarlığın toplumu anlamdan yoksun bırakan çözülmesine karşı bir cevap niteliğindedir. . Öcalan, günümüz toplumsal yaşamının “neredeyse anlamını tümüyle yitirdiği” tespitini yaparak, insanlığın öz değerlerine yabancılaştığını dile getirir . Kötülüğün, çirkinliğin ve yalancılığın her yere sızdığı; insanlığın kendi kendini kandırdığı bir çağda yaşadığımızı belirtirken, adeta Viktor Frankl’ın “inleyen insanlık” betimlemesini yankılar: “Gerçekten de ‘inleyen bir insanlık var’” diye yazan Öcalan, toplumsal krizlerin boyutunu ortaya koyar . Ancak Öcalan bu tespiti bir karamsarlığın değil, öze dönüş ve yeniden inşa hamlesinin çıkış noktası yapar. Ona göre insanlığın binlerce yıllık demokratik ve özgür yaşam birikimi (sınıfsız, cinsiyet eşitlikçi komünal değerler) hala bir imkân olarak mevcuttur ve günümüzün anlam krizine panzehir burada yatmaktadır . Bu bakımdan Öcalan, kolektif belleğe yaslanarak bir diriliş çağrısında bulunur: Yabancılaşmanın zirve yaptığı noktada, kadim değerlere yaratıcı bir biçimde dönerek toplumu yeniden anlamlandırmak. Bu, ne geçmişe nostaljik bir özlem ne de körü körüne bir gelenekçiliğe saplanmadır; tersine geçmişin özgürlükçü özünü yeni koşullarda diriltme, güncelleme çabasıdır.

Öcalan’ın liderlik tarzındaki dönüşüm de politik psikoloji açısından ilginçtir. İlk dönemlerinde karizmatik ve merkezi bir lider olarak görülürken, İmralı sürecinde daha çok bir rehber düşünür konumuna evrilmiştir. Kendi ifadesiyle “doğru tanımlanmak isteyen bir kimlik” arayışındadır . İmralı Notlarındaki diyaloglardan, hapishane tecrit koşullarında dahi hareketini çözümlemeye, eleştirmeye ve yeni bir yön vermeye çalıştığı anlaşılır. Bu, liderlik psikolojisinde nadir görülen bir özeleştiri ve yenilenme örneğidir. Öcalan, kolektif travmalarla yüzleşirken (örneğin 1980 darbesi, 1990’ların şiddet sarmalı, kendi yakalanışı vb. olaylar) bu travmalardan bir büyüme ve öğrenme sonucu çıkarmaya çabalamıştır. Psikolojide travma sonrası büyüme denen olgu tam da bunu anlatır: Büyük sarsıntılar geçiren birey veya topluluklar, eğer doğru anlamlandırma yapabilirlerse, önceki hallerinden daha güçlü bir zihinsel konuma ulaşabilirler. Öcalan’ın 1999 sonrası fikir dünyası buna bir örnek olarak okunabilir. Travmatik yenilgiler onu nihilizme itmek yerine, yeni bir ideolojik senteze yöneltmiştir. Bu yönüyle Öcalan’ın tavrı, Camus’nün başkaldıran insanı veya Frankl’ın zorluklardan anlam çıkarabilen bireyini andırır. İsyan psikolojisi, Öcalan’da salt silahlı direnişin psikolojisi değil, aynı zamanda dogmaların reddi ve yeniyi arama cesareti anlamına gelir. Bu da bizi edebi alandaki yansımalarına götürür.

Edebiyatta Tekrar ve Anlam Arayışı

İnsanlığın anlam mücadelesi edebiyat eserlerinde güçlü biçimde yansıtılmıştır. Özellikle 20. yüzyıl edebiyatı, bireyin anlamsızlık duygusunu ve tekrara düşmüş yaşam döngülerini çarpıcı imgelerle tasvir eder. Franz Kafka, bu bağlamda en etkili yazarlardan biridir. Kafka’nın roman kahramanları, akıl almaz bürokratik labirentlerde, muğlak otoriteler karşısında debelenirken, aslında modern insanın metaforik kaderini temsil ederler. Dava’da Josef K. hiçbir somut suçlama olmaksızın yargı sürecine maruz kalır; Şato’da K. isimli kahraman ulaşılmaz bir otoriteye (şato bürokrasisine) erişmeye çalışırken bitmez tükenmez engellerle karşılaşır. Bu hikayelerde tekrar eden gündelik ayrıntılar, döngüsel diyaloglar ve sonuçsuz çabalar, okuyucuda bezdirici bir dejavu etkisi yaratır. Samuel Beckett, Kafkaesk anlamsızlık hissini bir adım ileri götürerek Godot’yu Beklerken oyununda bekleyişin ve eylemsiz tekrarın trajikomik sahnesini çizer. İki karakter (Vladimir ve Estragon) muğlak bir figür olan Godot’yu beklerler, ama ne Godot gelir ne de bekleyiş biter. Oyunun ortasında sabırsızlıkla patlayan replik, bu kısır döngüyü özetler: “Hiçbir şey olmuyor, kimse gelmiyor, kimse gitmiyor – berbat!” . Beckett burada zamanın döngüselliğini, yaşamın tekdüzeliğini ve umut ile umutsuzluk arasındaki gelgitleri birkaç kelimeyle afişe eder. Her günün dünküyle aynı olduğu, anlamın ufukta beliren bir vaatten ibaret kaldığı bu sahne, Öcalan’ın eleştirdiği “tekrara düşmüş yaşam” olgusuna sanatsal bir göndermedir. Godot’yu bekleyen karakterler nasıl ki kendi kaderlerine yabancılaşıp edilgenleşiyorsa, toplumlar da büyük kurtarıcı mitlerine bel bağlayıp eylemsizliğe mahkum olabilirler. Öcalan’ın yaklaşımı, bir bakıma “Godot’yu beklemeyin; kendi özgürlüğünüzü kendiniz inşa edin” diyen bir praksis çağrısıdır.

Türk edebiyatının önemli isimlerinden Oğuz Atay da özellikle Tutunamayanlar romanıyla anlam arayışının trajikomik yanlarını işlemiştir. Atay’ın kahramanları, Turgut Özben ve Selim Işık, toplumun beklentilerine “tutunamayan”, varoluşsal bir bunaltı içindeki entelektüellerdir. Selim Işık’ın intiharı, aslında aradığı “anlamı” bulamamasının yarattığı derin boşluğun sonucudur. Romanda sıkça geçen bir ironi, anlam kavramının kendisine yönelir. Oğuz Atay, anlamın peşine düşmeyi bile sorgulayarak şöyle yazdırır: “Bir anlam aramamalı. Anlam kadar insanın hayatını zehir eden bir kavram yoktur.” . Bu cümledeki meydan okuma, aslında anlamın mutlak ve bulunmuş bir şey olabileceği fikrine karşı bir isyandır. Atay, anlam arayışının kendisinin bile bir takıntıya, bireyi yiyip bitiren bir saplantıya dönüşebileceğini ima eder. Bu bakımdan, Tutunamayanların verdiği mesaj, hazır anlamların yokluğu kadar, aşırı anlam yükleme çabasının da bireyi çökerttiği yönündedir. Öcalan’ın düşünceleriyle kıyaslandığında, Atay’ın yaklaşımı ilk bakışta zıtmış gibi görünebilir: Öcalan toplumsal bir anlam ve paradigma peşinde koşarken, Atay anlam arayışını zehirleyici bulur. Ancak ikisi arasındaki ortak nokta, mevcut düzende sunulan anlam kalıplarının ikiyüzlülüğüne isyandır. Atay, bireyin iç dünyasındaki sahte anlamları alaya alarak özgün bir bilinç sıçramasına zorlarken, Öcalan toplumsal planda çürümüş anlam yapılarına savaş açarak yeni bir kolektif bilinç yaratmaya çalışır.

Kafka, Beckett ve Atay’ın eserleri, tekrarlayan anlatılar olarak, aslında kitlelerin ve bireylerin nasıl bir anlam açlığı çektiğini edebi yoldan hissettirir. Kafka’nın metinlerinde “Kafkaesk” diye tabir edilen o bitmeyen süreçler ve amaçsız uğraşlar, Baudrillard’ın bahsettiği hipergerçek dünyanın habercisi gibidir – insanlar formlar ve ritüeller içinde sıkışmış, özünü unutmuştur. Beckett’in durdurulmuş zamanında geçen oyunları, Camus’nün vurguladığı absürdün sahnesidir – ama Camus’nün istediği gibi oradan bir başkaldırı çıkmazsa her şey durağanlığa mahkum kalır. Nitekim Beckett karakterlerinin çaresizliği, eylemsizlikle birleştiğinde umutsuzluğu besler. Bu noktada, Camus’nün “başkaldırı umudun yerine geçebilir” diyen tavrına dönmek anlamlıdır. Edebiyat eserleri, uyarı niteliğinde aynalar işlevi görür: Eğer hayatımız Kafka’nın Şato’sundaki gibi “sonu gelmez ve anlaşılmaz” bir mücadeleye dönüşmüşse, ya da Beckett’in Godot’sundaki gibi boşa bekleyişlerle geçiyorsa, o zaman radikal bir değişim şart demektir. Öcalan gibi aktörlerin çağrısı da tam bu tür bir uyanışı hedefler: Anlamını yitirmiş döngüleri kırmak ve tarihin akışına yeni bir yön vermek.

Sonuç: Anlamın Yeniden İnşası

Toplumsal ve bireysel düzeyde anlamın yitimi, 21. yüzyıl insanını derinden sarsan bir olgudur. Bu denemede, felsefeden sosyolojiye, edebiyattan politik psikolojiye uzanan bir yelpazede, anlam krizine karşı geliştirilmiş düşünsel ve pratik tavırlar ele alındı. Nietzsche’nin, Camus’nün, Sartre’ın ve Barthes’ın entelektüel isyanları; Durkheim, Fromm, Frankl ve Baudrillard’ın çözümlemeleri bize gösteriyor ki, anlam sorunu hem zihinsel bir meydan okuma hem de toplumsal bir inşa meselesidir. Hiçbir büyük zihin, hayatın anlamsızlığı tespitiyle yetinmemiş; bu boşluğun nasıl doldurulacağına dair kurallar, eylemler veya değerler önermiştir. Camus’nün dediği gibi, “Hayatın saçma olduğunu kavramak bir sonuç değil, ancak bir başlangıç olabilir” – önemli olan bu kavrayıştan sonra ne yapıldığıdır .

Abdullah Öcalan, kendi mücadelesi ve düşünce serüveni içinde, anlamını yitirmiş olana karşı başkaldırıyı pratikleştirmeye çalışan ender figürlerden biridir. Onun “tekrara düşmüş her şeyi reddetme” yaklaşımı, sadece stratejik bir manevra değil, bir zihniyet devrimidir. Demokratik Uygarlık Manifestoları ile somutlaşan yeni paradigma arayışı, geçmiş yüzyılın kalıplarına saplanıp kalmadan, tarihsel deneyimlerden ders alarak geleceğe yönelik yapıcı bir çıkış sunmayı amaçlar. Burada kilit kavram, özgürlük ve demokrasi ekseninde yeniden üretilen bir anlam dünyasıdır. Öcalan’ın vurguladığı demokratik ulus, birbirini boğan ve tekrarlayan etno-milliyetçi çatışmaların aşılması; ekolojik toplum, doğayı sömüren modern üretim tekrarının kırılması; kadın özgürlükçü değerler ise ataerkil tahakkümün bin yıllık tekrar döngüsünün sona erdirilmesi için ortaya atılmıştır. Bu yönüyle, Öcalan’ın paradigması, farklı alanlardaki anlamsızlaşmış iktidar döngülerine karşı kapsamlı bir reddiye ve alternatifdir.

Elbette, yeni bir anlam dünyası kurmak kolay değildir; hele ki eski anlam formları güçlü yapılarla kurumsallaşmışsa. Ancak tarih, her büyük dönüşümün önce düşüncede başladığını, sonra eylemle topluma mal olduğunu gösterir. Burada edebiyatın ve sanatın da motivasyon sağlayan, ufuk açan bir rolü vardır. Kafka’nın çaresiz karakterlerini, Beckett’in kısır döngülerini okuyanlar, mevcut düzenin tahammül edilemezliğini yüreklerinde hissederler. Atay’ın “tutunamayan”ları, sahte anlamların parodisini yaparak bizi gerçeği aramaya iter. İşte bu duygusal ve entelektüel hazırlık, insanların yeni arayışlara yönelmesinde kritik önemdedir. Kolektif bellek, yaşanmış acıların ve mücadelelerin mirasını taşır; doğru okunduğunda o bellek, toplumların kendini yenilemesi için ilham kaynağı olabilir. Nitekim Kürt halkının belleğinde isyanlar, sürgünler, direniş destanları vardır – Öcalan bu belleği yeniden yorumlayıp “onurlu barış ve demokrasi” idealine yönlendirmeye çalışmıştır. Bu da travmadan büyüme örüntüsünün toplumsal karşılığıdır.

Sonuç olarak, Öcalan’ın entelektüel serüveni ve ortaya koyduğu paradigma, günümüzün çok katmanlı anlam krizine hem teorik hem pratik bir yanıt denemesidir. “Anlamını yitirmiş, tekrara düşmüş her şeyi reddetmek”, aslında insanlık tarihinin ilerletici devinimini sağlayan yegâne tutumdur – eskiyen değerleri yıkmak ve yerine yenilerini yaratmak. Bu zincir, Nietzsche’nin çekiçle felsefe yapmasından, Camus’nün başkaldıran insanına; Frankl’ın kamplarda yeşerttiği umut kırıntılarından, Öcalan’ın zindanlarda filizlendirdiği özgür yaşam paradigmasına kadar uzanır. Akademik kavramlarla ifade edecek olursak, burada yaratıcı yıkım (creative destruction) ve yeniden anlamlandırma (re-signification) iç içe geçmiştir. Hiçbir anlam mutlak ve ebedi değildir; toplumlar ve bireyler sürekli bir yeniden üretim içerisindedir. Önemli olan, bu yeniden üretimin bilinçli, özgürleştirici ve adil bir eksende gerçekleşmesidir. Öcalan’ın çağrısı da tam olarak budur: Geçmişin hatalarını tekrar etmeden, bugünün köhne dogmalarına teslim olmadan, özgürlükçü bir geleceğin anlamını birlikte yaratmak. Bu çağrı, her düzeyden okurun zihninde zorlayıcı sorular uyandırsa da, aynı zamanda içe işleyen bir davettir – anlam arayışında cesur olmaya ve kendi yaşamımızın hem öznesi hem şairi olmaya bir davet.

Kaynaklar:

• Öcalan, Abdullah. Bir Halkı Savunmak. İstanbul: Çetin Yayınları, 2004. Özellikle bkz. “PKK hareketi, eleştiri-özeleştiri ve yeniden yapılanma” bölümü.

• Öcalan, Abdullah. Demokratik Uygarlık Manifestoları (5 cilt). İmralı Notları ve savunma metinleri, 2001–2015.

• Nietzsche, Friedrich. Thus Spoke Zarathustra ve The Will to Power. (Modern Library, 2000).

• Camus, Albert. Le Mythe de Sisyphe ve L’Homme Révolté.

• Sartre, Jean-Paul. L’Existentialisme est un Humanisme.

• Barthes, Roland. Mythologies. (1957).

• Durkheim, Émile. Le Suicide (1897) – Anomi kavramı tartışması.

• Fromm, Erich. The Sane Society (1955) ve Escape from Freedom (1941).

• Frankl, Viktor E. Man’s Search for Meaning (1946).

• Baudrillard, Jean. Simulacres et Simulation (1981).

• Kafka, Franz. Dava, Şato.

• Beckett, Samuel. En attendant Godot (Godot’yu Beklerken).

• Atay, Oğuz. Tutunamayanlar (1972).

• Ergin Atabey, “Yabancılaşma ve Kaynağa Dönüş”, Demokratik Modernite dergisi, Ekim 2023. . (Öcalan’ın “inleyen insanlık” vurgusu)

• Abdullah Öcalan’ın 26 Şubat 2025 tarihli mesajı, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” . (PKK’nin anlam yitimi tespiti)

• Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, 1. Perde (Everest Yayınları çevirisi, 2019). (Hiçbir şey olmuyor… repliği)

• Oğuz Atay, Tutunamayanlar. (İletişim Yayınları, 2018), s. … (Anlam aramamalı… alıntısı)

. “…Tekrarlamalara ayrı ayrı devlet kuruluşu demek fazla çözümleyici değildir. Aynı özü tekrar tekrar çözmek anlamı geliştirmez. Sadece tekrarlar.” – Öcalan, Bir Halkı Savunmak, s.39.

“…1990’larda reel-sosyalizmin … çöküşü ve … ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü … tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.” – A. Öcalan (2025 İmralı mesajı).

“Günümüzde toplumsal yaşam neredeyse anlamını tümüyle yitirmiştir… Gerçekten de ‘inleyen bir insanlık var.’ (Abdullah Öcalan)” – Atabey, Demokratik Modernite dergisi, 2023.

“Hayatın saçma olduğunu kavramak bir son değil, yalnızca bir başlangıçtır. Bunu neredeyse bütün büyük düşünürler hareket noktası saymıştır. Önemli olan bu keşif değil, ondan çıkarılan sonuçlar ve eylem kurallarıdır.” – Albert Camus .

“…Güçlü birey en korkunç düşünce karşısında bile gülümseyebilir: Anlamsız, amaçsız bir varoluşun ebediyen tekrar etmesi. … Böyle bir insanın ikinci özelliği, dünyanın kendinde bir değeri olmadığını, tüm değerlerin insan yapımı olduğunu idrak edip onunla yaşayabilmesidir. Kendi değerlerini biçimlendirerek kendini yaratır; iradesiyle seçtiği değerlere göre yaşama onuru gösterir.” – Nietzsche .

“Gitgide daha fazla enformasyon, gitgide daha az anlam olan bir dünyada yaşıyoruz.” – Jean Baudrillard .

“Hayat hiçbir zaman koşullar yüzünden dayanılmaz hale gelmez, yalnızca anlam ve amaç eksikliğinden dayanılmaz hale gelir.” – Viktor Frankl .

Rıdvan Uysal