Şimdi yükleniyor

Kırılmış Zamanlar, Tekrarlayan Travmalar: Ortadoğu’nun Bilinçdışı Kodları

Ortadoğu, medeniyetlerin beşiği olmuş; derin tarihi, zengin kültürleri ve süregiden siyasi çalkantılarıyla insanlık hafızasının en yoğun yaşandığı bölgelerden biridir. Bu bölgenin halkları çoğu zaman aynı coğrafyayı, benzer travmaları ve kesif bir kolektif bellek mirasını paylaşır. Peki, bütün bu ortak geçmişin ve deneyimlerin, Ortadoğu toplumlarının kolektif bilinçdışı üzerindeki etkisi nedir? Bu metinde, bölge halklarının (Türkler, Araplar, Kürtler, İranlılar ve Yahudiler) kolektif bilinçdışını anlamlandırabilmek için yeni ve özgün bir kuramsal çerçeve oluşturulacaktır. Bu çerçeve, politik psikoloji, tarihsel-politik arka plan, felsefi düşünce ve psikanalitik kuramları harmanlayarak, bölge insanının ortak ruhsal dünyasını (kolektif rüyalarını, kâbuslarını ve mitlerini) keşfetmeyi amaçlıyor.

Kolektif Bilinçdışının Kuramsal Temelleri

20. yüzyıl psikolojisinin öncülerinden Carl Gustav Jung, bireysel bilinçdışının ötesinde, bütün insanlığın paylaştığı ortak bir bilinçdışı katmanı olduğunu öne sürer. Jung’a göre kolektif bilinçdışı, atalarımızdan miras kalan ve tüm insan topluluklarında benzer motiflerle ortaya çıkan arketipsel imajlar ve dürtüler deposudur. Bireyler farkında olmasalar da, en kişisel rüyalarında bile kadim mitolojilerdeki temaları canlandırabilir; çünkü zihnin derinliklerinde insanlık tarihinin birikmiş deneyimleri yankılanmaktadır. Jung, dünya çapında halk masallarında ve efsanelerde tekrarlayan benzer motifleri (yolculuğa çıkan kahraman, yeniden doğuş, tufan, kurtuluş, vb.) bu ortak bilinçdışının varlığıyla açıklar. Birey, kendini ne kadar eylemlerinin otonom öznesi sansa da, Jung’a göre her birimizin bilinci bir tabula rasa (boş levha) değildir; aksine, “en eski başlangıçlara dek uzanan ataların psişik yaşamını” içinde barındıran kolektif bir zemin üzerinde yükseldiğimizi savunur.

Bu noktada “kolektif bilinç” kavramıyla karıştırılmaması önemlidir: Fransız sosyolog Emile Durkheim’ın ortaya attığı kolektif bilinç (conscience collective), toplumun paylaşılan değer ve inançlarına atıf yaparken; Jung’un kolektif bilinçdışı daha derindeki evrensel psişik yapıya işaret eder. Bu, bilincin altında, kuşaktan kuşağa aktarılan bir “insanlık mirası” gibidir. Peki bu kavramı kültürlere, hatta uluslara uygulayabilir miyiz? Jung her ne kadar kolektif bilinçdışının tüm insanlık için ortak olduğunu belirtse de, analitik psikolojinin devamı niteliğindeki bazı çalışmalar belirli kültürlerin de kendine özgü “psikik kompleksleri” olabileceğini savunmuştur. Jungcu kuramcılar kültürel kompleks (cultural complex) adını verdikleri bu olgu ile, bir grubun paylaştığı ruhsal düğümlere işaret ederler. Tıpkı bir bireyin bilinçdışı kompleksleri (mesela bir kişinin değersizlik kompleksi veya baba figürüyle ilgili çözülmemiş meseleleri) olabileceği gibi, tüm bir toplumun da ortak yaşadığı travmalar, mitler veya idealler etrafında şekillenen psikolojik düğümleri olabilir.

Ortadoğu toplumlarını bu açıdan bir “kolektif rüh” (Hegel’in deyimiyle Volksgeist) veya “ortak bilinçdışı” perspektifiyle okumaya başladığımızda, yüzeydeki siyasi ve toplumsal gelişmelerin ardındaki derin psişik motifleri fark etmeye başlarız. Bu motifler, kendilerini tarih boyunca tekrar eden döngüler, benzer lider figürleri, halk efsaneleri, rüyalar veya kolektif tepkiler şeklinde gösterebilir. Elbette her toplum içinde farklı duygu ve alt-kültürler vardır; ancak burada amacımız bir tüm genellemesi değil, ortak tarihsel ve ruhsal kalıpları görünür kılmaktır.

Devletin Bilinçdışı ve Siyasal Psikoloji

Her devlet, kâğıt üzerinde rasyonel kurumlar ve yasalardan oluşan bir yapı gibi görülse de, aslında o devleti oluşturan insan topluluğunun ortak şuur’u kadar bilinçdışını da yansıtır. Devletlerin de bir tür “ruhsal özgeçmişi” olduğunu iddia edebiliriz: Kuruluş mitleri, milli bayramlar, anma günleri, milli marşlar ve hatta resmi tarih yazımı, bir ulusun kendisini bilinçli olarak nasıl görmek istediğinin ifadesiyken; devletin bilinçdışı ise tüm bu söylemlerin altında yatan gizil korkular, bastırılmış anılar ve karanlık arzularla doludur.

Siyaset bilimi ve psikolojinin kesişiminde çalışan Vamık Volkan, büyük insan topluluklarının (etnik veya ulusal grupların) kendilerine has psikolojik kimlikleri olduğunu ve bunların kökeninde geçmişte yaşanmış bazı belirleyici olayların bulunduğunu belirtir. Volkan’a göre toplumlar, tarihsel olarak başa gelmiş bazı travmatik olayları nesiller boyu belleklerinde taşır ve bu travmalar etrafında bir “biz” bilinci oluşur. Bu olguya Volkan seçilmiş travma adını verir. Seçilmiş travma, bir grubun atalarının maruz kaldığı büyük bir acı veya yenilginin ortak kimliğin parçası haline getirilmesidir. Bir başka deyişle, gerçekte tarihsel olarak yaşanmış bir felaket, kuşaklar boyunca “bizim başımıza gelen Büyük Travma” öyküsü olarak aktarılır ve grubu bilinçdışı düzeyde bile bir arada tutan bir uhuvvet bağına dönüşür. Seçilmiş travmaların tamamı acı hatıralar değildir; seçilmiş zaferler veya “yücelen anılar” da bulunur. Bir ulusun altın çağ olarak gördüğü parlak bir zafer veya başarı, sonraki nesillerce gurur ve özlemin kaynağı haline getirilebilir. Ancak acı travmalar, psikolojik olarak daha derine işler; çünkü uğraşılması zor duyguları (korku, utanç, aşağılanmışlık gibi) tetikler.

Bir devletin bilinçdışını, işte bu toplumsal travmalar ve yücelen anılar şekillendirir. Resmi ideoloji ve söylem, her ne kadar milli kimliği tanımlamada önemli olsa da; derinde, o ulusun hangi korkularla yaşadığı, hangi zaferlerle avunduğu ve hangi utançlarını bastırdığı çok daha fazla belirleyicidir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Osmanlı’nın çöküş dönemindeki acılı deneyimler (savaşlar, işgaller ve Sevr Antlaşması’nın parçalanma tehdidi) derin bir iz bırakmıştır. Bu nedenle Türk kolektif bilinçdışında “Sevr Sendromu” denilen, “dış güçler ülkemizi bölmek istiyor” korkusu yaygın bir motif haline gelmiştir. Resmi söylemde dış politikada ihtiyat ve güvenlik vurgusuyla görülen bu tutum, aslında toplumsal hafızadaki bir travmanın (1918–1920 yenilgileri ve ızdıraplarının) bilinçdışı yansımasıdır. Benzer biçimde, İsrail devletinin politikalarını anlamak için Yahudi halkının kolektif bilinçdışına bakmak kaçınılmazdır: Avrupa’da yüzyıllar boyu yaşanan pogromlar ve en ağırı olarak Holokost (Soykırım), Yahudi kimliğinin belkemiğine kazınmıştır. Dolayısıyla İsrail’in devlet bilinçdışında “bir daha asla” mottosuyla özetlenebilecek, bir daha asla kurban konumuna düşmeme yeminine dayalı bir psikoloji vardır. Bu da zaman zaman dış politikada aşırı güvenlikçi veya sert tavırların rasyonel çıkar hesabından ziyade, derindeki tarihsel korkularla ilişkili olduğunu gösterir.

Devletin bilinçdışı, sadece dış politikada değil, iç politikada da kendini belli eder. Toplumun kendi içindeki farklı unsurlara yaklaşımı, tarihsel deneyimlerin ışığında yüklenilen bilinçdışı önyargılarla bezelidir. Örneğin Arap dünyasında, Osmanlı ve sömürge geçmişine dayalı bazı derin yaralar bulunur; bazı Arap ulus devletlerinin bilinçdışında, bir zamanlar yitirilen ihtişamı (“altın çağ” olarak belleklerde yer eden erken İslam dönemi veya Emevi-Abbasi yükselişi) yeniden canlandırma özlemi ile bir daha böyle yıkıcı düşüşler yaşamama korkusu atbaşı gider. Bu psikolojik gerilim, zaman zaman Pan-Arabizm (Arap birliği ideali) şeklinde ortaya çıkarak bilinçli siyasete yansır, zaman zamansa derin bir hayal kırıklığı ve içe dönük tepkiler (bölge içi rekabet, mezhepçilik, vb.) şeklinde görülebilir.

Bu noktada, siyasal psikolojinin bir kavramı devreye girer: narsisizm of small differences (“küçük farklılıkların narsisizmi”). Sigmund Freud, birbirine çok benzeyen komşular veya grup içi unsurlar arasında paradoksal biçimde daha yoğun bir husumet gelişebildiğini belirtir; çünkü minik farklılıklar büyütülerek kimliğin inşasında aracı kılınır. Ortadoğu’da bunun çok çarpıcı örnekleri vardır: Sünniler ve Şiiler, etnik açıdan Arap ya da Fars olmasalar bile dini olarak çok yakın inançlar paylaşır; ancak tarihsel ayrılıkları (Hilafet tartışması, Kerbela vakası gibi) abartılıp öz kimlik haline getirilerek, iki grup arasında derin bir psikolojik mesafe yaratılmıştır. Bu durum, devletlerin bilinçdışında da tezahür eder: İran ve Suudi Arabistan gibi öncü Sünni-Şii devletleri, belli ki jeopolitik çıkar çatışmaları yaşıyor; ama bu çatışmanın bu kadar çetin ve varoluşsal bir ton kazanması, bilinçdışı seviyede bir “kim haklı dine sahip” kaygısı ve yüzyılları aşan bir rekabet hissiyatıyla ilgilidir.

Seçilmiş Travmalar ve Kolektif Bellek

Her toplumun hafızası, bir bakıma onun birlikte gördüğü rüyalar ve kabuslardan oluşur. Kolektif bellek, Fransız sosyolog Maurice Halbwachs’ın kavramsallaştırdığı gibi, bir grubun geçmişi hatırlama ve anma biçimlerinin toplamıdır. Bu bellek işlemi, salt tarih kitaplarından değil; aile hikayelerinden, folklordan, anıtlardan ve ritüellerden de beslenir. Kolektif bellek, bazen unutacaklarını seçer, bazen de hatıraları keskinleştirir. İşte seçilmiş travmalar, bu kolektif belleğin özsel öğelerindendir.

Bir seçilmiş travmanın kolektif hafızada süreklilik kazanması için, o travmanın tam olarak “yasının tutulamaması” özelliğine sahip olması gerekir. Genellikle korkunç kitlesel şiddet veya yenilgiler, ya yenilgiye uğrayan topluluk tarafından telafi edilmiş bir zaferle sonuçlanmamıştır ya da travma kurbanları resmîen tanınma ve adalet bulamamıştır. Bu durumda acı, kuşaklar boyu sözlü tarih ve kimlik mitolojisi şeklinde aktarılır. Torunlar dedelerinin acılarını kendi anıları gibi sahiplenir. Psikanalizde bireylerin çocukluk travmalarını bastırma ve yaşanmamış gibi yapma eğiliminin, bilinçdışında sürekli bir huzursuzluk ve tekrar eden davranış kalıpları ürettiği bilinir. Toplumlar da benzer şekilde, kolektif düzeyde “yas tutamadıkları travmaların” etkisiyle kendi kaderlerini çeşitli şekillerde tekrar eder görünürler. Bu tekrar bazen kendini kurban etme (mazoşistik bir yenilgi beklentisi), bazen de başkalarından acılarını çıkarma (sadistik şiddet döngüsü) şeklinde ortaya çıkabilir.

Ortadoğu’daki farklı halklar, kendi seçilmiş travmalarını bugün de yaşatmaya devam eder. Türk kolektif belleğinde, Balkan Savaşları’nın travmatik yenilgileri ve Çanakkale ile Kurtuluş Savaşı’nın zaferleri, kuşaklar boyu anlatılır. Bu anlatılarda, yenilgilerin utancı milli onur vurgusuyla dengelenir; “bir daha böyle dağılmamak için güçlü kalmalıyız” mesajı bilinçdışında işlenmiştir. Ermeni halkının belleğinde ise 1915’te Osmanlı topraklarında yaşanan büyük kıyım (Ermeni Soykırımı olarak dünya literatürüne girmiştir) bir toplumun travması nasıl gelecek nesillere aktarılır, bunun çarpıcı bir örneğini görürüz. Bu olayın canlı tanıkları kalmasa da, diaspora dahil olmak üzere Ermeni kimliğinin merkezinde bu kayıp ve adalet arayışı vardır. Karşı tarafında, Türk toplumunun bilinçdışında bu mesele bastırılmış bir gölge olarak bulunur (ilerleyen bölümde kolektif gölge bağlamında ele alacağız). Ancak burada vurgulanması gereken, böylesi tanınma ve yüzleşme sağlanmamış travmaların iki toplum arasında nesilden nesile düşmanlık tohumlarını canlı tuttuğudur.

Kürt halkının kolektif belleği de ardı ardına yaşanmış acı deneyimlerle yüklümiştir. Osmanlı sonrası düzende bir devlet kurma vaadi (1919–1920 sürecinde) gerçekleşmemiş; sonrasında çeşitli ülkelerde (Türkiye, Irak, İran, Suriye) azınlık konumunda kalan Kürtler, isyanlar ve isyanların bastırılmasıyla tekrar eden trajediler yaşadı. 1988’de Irak’ta Halepçe’de binlerce masum insanın kimyasal gazla öldürülmesi, Kürt kolektif hafızasında silinmez bir yer etti. Bu olay, Kürtlerin dünya önünde kurban olarak görülmesine yol açarak uluslararası sempati kazandırdıysa da, aynı zamanda kuşaklara “yalnız bırakılmışlık” hissini de aktardı. Bu his, kimi zaman güçlü bir dayanışmayla sonuçlanıyor (Kürt kimliğine sıkı sıkıya sarılma, dil ve kültürü canlandırma çabaları), kimi zamansa içeride farklı fraksiyonlar arasında güvensizlik tohumları ekiyor (“bizim acımızı diğeri yeterince sahiplenmedi” gibi iç hesaplaşmalar).

İranlılar, binlerce yıllık Pers imparatorluk mirasıyla övünen bir kültürden gelirken, aynı zamanda Şiiliğin getirdiği çok özel bir kolektif travma anlatısına da sahiptir: Kerbela olayı. 680 yılında Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ve yoldaşlarının Kerbela’da katledilişi, Şii dünyasında asla kapanmayan bir yara ve sürekli canlı tutulan bir hatıradır. Her yıl Aşura mateminde bu travma ritüel olarak yeniden yaşanır, ağlanır, paylaşılır. Bu, acının kutsanması ve zulme uğrayan mazlum kimliğinin kuşaktan kuşağa aktarılması demektir. Modern İran’ın tarihine baktığımızda da, 1979 İslam Devrimi ve akabinde yaşanan 8 yıllık İran-Irak Savaşı, bir milletin kolektif bilinçdışına iki farklı şekilde kazınmıştır: Devrim, yıllarca yabancı etki ve şah rejimi altında kaldığı düşünülen İranlılar için bir yeniden doğuş ve “zincirleri kırma” anlatısıyken; hemen ardından gelen savaş, ülkedeki her aileye dokunan çok büyük bir travma olmuş, şehitlik ve gazilik kavramları üzerinden adeta ikinci bir Kerbela mitolojisine dönüşmüştür. Bugün İranlı kolektif belleğinde, “dünyaya karşı tek başına direnme” ve “her çileye inat ayakta kalma” temaları sıkıca işlenmiştir. Bu nedenle dış baskılara veya ambargolara karşı olağanüstü direnç gösterirken, içeride de düşman paranoyası ya da feda ruhu gibi psikolojiler sürebilir.

Yahudi halkının kolektif hafızası ise beka ve sürgün kavramları etrafında şekillenir. Binlerce yıl önceki Mısır esaretinden çıkış (Exodus) anlatısı, Süleyman Mabedi’nin yıkılıp sürgüne gönderilmeler, Avrupa’daki Orta Çağ pogromları ve en sonunda 20. yüzyılın utancı Holokost… Tüm bu kopuşlar ve hayatta kalma mücadelesi deneyimleri, Yahudilerin kolektif bilinçdışında silinmez izler bıraktı. Holokost, bunlar içinde en yakın tarihli ve travmanın boyutu düşünülünce en dehşet verici olanıydı. Bunun toplumsal ruh üzerindeki etkisi, yalnızca kaybedilen altı milyonun yasısıyla sınırlı kalmadı; geride kalan nesillerin dünyayı güvenilmez bir yer olarak deneyimlemesine, her an yeni bir tehdit çıkabilir hissiyle yaşamasına yol açtı. İsrail devletinin kurulması, bu anlamda bir seçilmiş zafer olarak görülse de (2000 yıllık sürgün hayatından sonra vatana dönüş miti), hemen akabinde yaşanan savaşlar ve halen süregiden Arap-İsrail çatışması, Yahudi kimliğinin kolektif hafızasında yeni travmatik halkalar oluşturdu: 1973 Yom Kippur Savaşı’nda “ansızın saldırıya uğrama” korkusu veya 1990’lardan günümüze intihar saldırıları deneyimi, Holokost’un asla tekerrür etmemesi için gösterilen kararlılığı pek çok kez test etti. Sonuçta Yahudi halkının kolektif bilinçdışında, bir yandan düşmanlarca kuşatılmışlık hissi, diğer yandan buna rağmen ayakta kalma ve inatla var olma kararlılığı atbaşı giden bir ikili motif yerleşti.

Son dönem bilimsel araştırmalar, travmaların sadece anlatılar yoluyla değil, biyolojik olarak da aktarılabildiğini göstermektedir. Örneğin Holokost kurtulanları üzerine yapılan çalışmalar, bu kişilerin çocuklarında stres hormonlarını düzenleyen bazı genlerde değişiklikler (epigenetik izler) bulunduğunu ortaya koymuştur. Benzer biçimde, savaştan kaçan mültecilerin yaşadığı travmanın ikinci kuşakta da depresyon, anksiyete gibi belirtilerle görülebildiği, psikiyatri literatüründe artık daha iyi anlaşılıyor. Bu bulgular, kolektif hafıza ve seçilmiş travma kavramlarını tamamlıyor: Acılar sadece hikaye olarak değil, adeta bedenlerimize kazınır gibi geleceğe taşınıyor. Bu nedenle Ortadoğu’da her yeni nesil, sadece tarih kitaplarıyla değil, çocukken farkında olmadan soluduğu bir “acı atmosferiyle” de büyüyor.

Kolektif Gölge: Bastırılanlar ve Yansıtılanlar

Analitik psikolojinin bir diğer önemli kavramı olan gölge, bilincimiz tarafından kabul görmeyen, benliğin karanlıkta kalmış yönlerini ifade eder. Jung, gölge arketipinin bireyin görmek istemediği yanları (zayıflıkları, şehevani arzuları, öfke veya suçluluk duyguları gibi) barındırdığını söyler. Birey bu yönleri bilincinden uzak tutmak için çaba sarf eder; fakat gölge yok olmaz, bilinçdışında etkinliğini sürdürür ve çoğu zaman yansıtma mekanizmasıyla dışa vurur. Yani kişi kendi kabul edemedikleri yanlarını başkalarında görür, onlara öfke duyar veya onları suçlar hale gelir.

Aynı mekanizma, kolektif düzeyde de işler. Toplumlar da kendi haklarında güzel bir imgeye sahip olmak ister; öz benliklerine dair olumsuz unsurları bilinçli anlatılarından dışarıda tutmaya eşgüdüm halinde çalışırlar. İşte bu kabul görmeyen toplumsal gerçeklikler, kolektif gölgeyi oluşturur. Kolektif gölge, bir ulusun veya grubun kendine yakıştıramadığı, imajına sığdıramadığı her şeyi içerir. Bu bazen geçmişte işlenmiş bir suçun (soykırım, etnik temizlik gibi) reddi, bazen kendi içindeki çeşitliliğin ve çatışmanın inkârı, bazen de insani zaafların maskelenmesi olabilir.

Ortadoğu toplumlarında kolektif gölge kavramını örneklemek için pek çok dramatik vaka sıralanabilir. En çarpıcılardan biri, Türk ve Ermeni toplumları arasındaki tarihsel eşleşmedir. Ermeni tarafı için 1915 olayları açık bir travma ve kimliği belirleyen acı gerçek iken; Türk resmi söylemi bu konuda yıllarca suskun veya inkârcı bir tavır takınmıştır. Bu suskunluk, aslında kolektif gölgenin habercisidir: Toplumun gölge tarafı, kendi atfettiği kahramanlık ve mazlumluk anlatısına sığmayacak kadar karanlık bir eylemler dizisini içerir. Ancak bastırılan gölge yok olmaz; aksine, mizaç değiştirerek yüzeye çıkmaya çalışır. Nitekim Türk toplumunda “yabancı güçlerin oyunları” paranoyası veya içerideki bazı unsurların “hain” olarak damgalanması, kısmen bu çözülmemiş gölgenin yansıtılması olarak okunabilir. Ermeni meselesinde suçluluk veya yüzleşme yaşamak yerine, “bütün dünya bize komplolar kuruyor” hissiyatını seferber etmek, gölgeyi bir “dış düşman” imgesine projekte ederek iç huzursuzluğunu bastırmanın bir yoludur.

Benzer mekanizmalar başka yerlerde de görülür. İsrail içinde, Filistinlilerin çektirdiği acıların (yerinden edilmeler, ayrım duvarları, askeri kontrol altında yaşam vb.) İsrail toplumunun geniş bir kesimi tarafından görmezden gelinmesi veya meşrulaştırılması, kolektif gölge dinamiği ile açıklanmaya uygundur. İsrailliler, kendi varoluş mücadeleleri ve güvenlik kaygıları ışığında, zalimlik yapabilecekleri fikrini bilinçli benliklerine yakıştıramazlar. Ne var ki gölge, Filistinli’nin “terörist” veya “tehditkâr diğer” olarak kurgulanmasıyla projekte edilir. Böylece, aslında bir vicdan muhasebesi gerektiren durum, dış savunma refleksi halini alır. Bu durum, çatışmanın çözülmesini de zorlaştırır; çünkü her iki taraf da kendi gölgeleriyle yüzleşmek yerine, suçu tamamen karşı tarafa yükleyerek ahlaki açıdan kendini haklı çıkarmaya odaklanır.

Kolektif gölge, aynı zamanda bir toplumun bastırdığı yaratıcı potansiyelleri de içerebilir. Örneğin bir ulus, kendini “askeri erdemleri yüksek, sıkı disiplinli” bir kimlikle tanımlıyorsa, sanatçı ruhunu veya bireysel ifadeyi baskılayabilir ve bunu “başkalarına özgü bir zaafiyet” olarak yaftalayabilir. Ortadoğu’da uzun süre ataerkil yapılar baskın olduğundan, kolektif gölgede genellikle dişil enerji, yani duygusallık, barışçıllık veya uzlaşı arayışı gibi nitelikler kalabilir. Bunlar dışa zayıflık ya da “erkeksizleşme” korkusuyla projekte edilir. Aslında bölge, bu gölge içeriklerini kabullenip entegre edebilse, çatışmacı tutumlar ve maskülin öfke bir nebze yumuşayabilecektir. Toplumsal şuur, gölgesini entegrasyona zorlandığında genelde bir bunalım yaşar; ancak bu bunalım, dönüşümsel bir sürece kapı aralar.

Gölgeyle yüzleşme örneklerine tarihten bakacak olursak, belki de en çarpıcısı Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonrası yaptığıdır. Alman toplumu, Nazi döneminin suçlarıyla yüzleşip bunları kabullenerek, gölgesini bilince çıkarmayı başarmıştı. Bu ağrılı süreç, sonraki nesillerin daha sağlıklı bir ulusal kimlik inşa etmesine olanak verdi. Ortadoğu’da da benzer bir yüzleşme cesareti gereklidir: Türkiye’nin Ermeni meselesiyle yüzleşmesi, Arap dünyasında kendi iç baskı rejimleri veya kölelik-geçmişiyle hesaplaşma, İran’ın azınlıklarına yaptıkları baskıyı görmesi veya İsrail’in Filistinlilerle yüzleşmesi… Bunlar zor ve sancılı süreçler; fakat gölgenin daha fazla bastırılması sadece düşman imgelerinin kalıcılaşmasına ve barış şansının azalmasına yol açacak.

Arketipler ve Ortak Mitler

Kolektif bilinçdışının en renkli unsurlarından biri de arketiplerdir. Arketipler, tüm insan kültürlerinde tekrar tekrar ortaya çıkan, evrensel sembol ve motiflerdir. Jung bu kavramı, bilinçdışımızdaki “ilksel imajlar” için kullanmıştır. Kahraman, anne, bilge yaşlı, şehit, kurtarıcı, hilekâr (trickster) gibi figürler; ya da tufan, yeniden doğuş, cennet, kıyamet gibi temalar, arketipsel diyebileceğimiz kategorilerdir. Bir masalda veya destanda bunları gördüğümüzde derinden etkileniriz; çünkü zihin bu motifleri tanır, “ezelden beri” bilmektedir.

Ortadoğu kültürleri, arketipsel anlatılar açısından çok zengindir. İbrahimi dinlerin de beşiği olduğunu düşünürsek, burada ortaya çıkan mitlerin tüm dünyayı etkilediğini görürüz. Peki Ortadoğu toplumlarının kolektif bilinçdışında hangi arketipler öne çıkıyor?

• Kurtarıcı/Mesih Arketipi: Bu bölgede kurtuluş bekleme motifi çok güçlüdür. İslam dünyasında Mehdi inancı (ahir zamanda gelip adaleti sağlayacak kurtarıcı) veya Hristiyanlıktaki Mesih beklentisi, kolektif ruhun derinlerindeki kurtarılma özlemini ifade eder. Siyasi alanda da bu arketip sık sık tezahür eder: Halk kitleleri bazen bir lideri (karizmatik bir kurtarıcı) bekler ve onu bulduğunda peşinden gider. Örneğin Arap dünyasında Nasır’ın 1950’lerdeki yükselişi, bir Arap kurtarıcı figürü beklentisinin gerçekleşimiydi; çok geniş kitleler onu sanki efsanevi bir kahraman gibi gördü, beklentiler yükledi. İran Devrimi’nde Humeyni’nin Paris’ten dönüşü, çok eski bir Mehdi arketipinin canlanması gibiydi: “Hüzün yılları bitti, kurtarıcı molla geliyor” hissiyatı, toplumsal bir trans durumu yaratmıştı. Bu arketipsel beklenti, kurtarıcı figürler başarısız olsa bile (Nasır 1967’de yenilip öldü, Humeyni rejimi sancılar yaşatmaya devam etti) süreklidir; yeni kahramanlar özlemeye devam eder.

• Şehit ve Kurban Arketipi: Orta Doğu’nun belki de en belirgin arketiplerinden biri şehit/kurbandır. Şehitlik kavramı hem dini anlamda (inancı için canını veren kutsal kişi), hem de vatan veya dava uğruna ölen kahraman anlamında bölgede büyük bir yere sahiptir. Bu, belki de tarih boyunca yaşanan bitmez savaşlar ve çatışmaların da etkisiyle, bölge halklarının bilinçdışında “kutsal acı çekme” fikrinin kök salmasından ileri gelir. Kerbela’dan günümüze, şehitler ağlanır, anılır, onlar ıstırap çektikçe geride kalanların arınacağı inancı pekçok anlatıya sinmiştir. Bu arketip, modern dönemde bile canlıdır: Filistinli intihar saldırganlarının “şehit” olarak anılması, Türkiye’de şehit cenazelerinin milli birlik törenlerine dönüşmesi, İran’da şehitler günü kutlamaları… Tüm bunlar, acının kült yücelişi diyebileceğimiz bir psikolojiye işaret eder. Bu psikolojide, kurban olmaya ilişkin bilinçdışı bir arzu bile tespit edilebilir: Çünkü acı çekerek haklılık kazanma ve şehitlikle ölümsüzleşme fikri, çaresizlik anlarında kitlelere psişik bir çıkış yolu sunar.

• Ana Vatan ve Toprak Ana Arketipi: Toprak, bölge insanı için sadece üzerinde yaşadığı fiziksel bir mekan değildir, aynı zamanda kutsal bir anneyi temsil eder. “Anavatan” tabiri, bu bölgede çok yoğun duygusal anlamlar yüklenmiştir. Türkiye’de Anadolu sözcüğü, Yunanca “ana yurdu” anlamına gelir ve gerçekten de Türk millî görüşünde Anadolu, analık eden, sığınak olan toprağın ta kendisidir. İsrail’de, Yahudiler için vatan (İsrail toprakları) Tevrat’ta vaat edilmiş, adeta Tanrı’nın kucağı gibidir. Filistinliler için topraklarından sürgün edilmek, anne babasından koparılmış çocuk hissi yaratmıştır; bu yüzden geri dönüş hakkı talepleri de bu anneden yeniden doğma arzusudur. Toprak Ana arketipi, bereketi, güvenliği ve aynı zamanda öfkelendiğinde felaket getiren doğanın gücünü temsil eder. Ortadoğu’da sıkça görülen “vatan için fedakârlık” retoriği, aslında Toprak Ana’ya geri verme (onu kanla sulayarak besleme) görüntüsüyle de maalesef buluşabilir. Bu yüzden, toprak kavgaları bu kadar şiddetli ve uzlaşıya kapalıdır; çünkü mesele sadece siyasi egemenlik değil, psişik olarak annenin kucağına kimin sahip olacağıdır.

• Hain/Hilekâr Arketipi: Her kolektif hikayenin bir de kötü karaktere ihtiyacı vardır. İhanet ve hile, Ortadoğu anlatılarında çok belirgin motiflerdir. Bu topraklarda yaşanan sayısız ihanet hikayesi (tarihi olay veya efsane) sonucunda, bir “işbirlikçi/hain” arketipi, kolektif bilinçdışında her an tetikte bekler gibidir. Örneğin Osmanlı’nın son döneminde bazı Arap aşiretlerinin İngilizlerle anlaşması, Türk halkının zihninde genel olarak Araplara yönelik bir ihanet şüphesi üretti (her ne kadar genelleme haksız olsa da). Aynı şüphe, Arap dünyasında da Türkler için yaşandı: Yüzyıllarca bizim yöneticimiz oldular ve sonunda bizi sırtımızdan vurdu hissi, Arap milliyetçi söyleminde sezilir. İçeride ise her ülkede “hain” damgası yeme korkusu, insanlarda sıradan muhalefeti bile öldürür. Hain arketipi, gölgeyle de bağlantılıdır: Toplum içinde gölge içeriğini taşıdığı düşünülen bir alt grup yafta yeme eğilimindedir. Yahudiler uzun süre Avrupa toplumsal gölgesini taşıdı ve “içimizdeki hain” arketipi onlara yüklendi (bkz. antisemit komplo teorileri). Ortadoğu’da da dış güçlerle işbirliği yapmakla suçlanan azınlıklar bu rolle damgalanır. Türkiye’de bazen Kürtler veya muhalif siyasi gruplar, İran’da Bahailer, Arap ülkelerinde bazen Batı yanlısı görülen entelektüeller bu arketipsel rolün kurbanı olabilmektedir.

Arketipler, toplumun yaşadığı somut olayları değil, bu olaylara yüklenilen anlamları ve beklenmedik biçimde tekrarlanan motifleri gösterir. Bu yüzden arketipsel analiz, bir anlamda geleceğe dair de ışık tutabilir: Hangi hikayeleri kendimize yakıştırmayı seviyoruz, hangilerini ise tekrar tekrar sahneliyoruz? Ortadoğu halkları, kendi mitolojilerinin farkına vardıkları ölçüde, belki de bu mitleri yeniden yazabilecekler.

Tarihsel Döngüler ve Tekerrür Eden Desenler

Tarih tekerrürden ibarettir derler; bu söz çoğu kez ibret almak için kullanılır. Gerçekten de, kolektif bilinçdışı mekanizmaları anlamadan baktığımızda, tarihin bazen kısır bir döngüye girdiğini görebiliriz. Bu bölümde, hem felsefi hem de tarihsel açıdan, Ortadoğu’da sıkça karşımıza çıkan tekrar desenlerini inceleyeceğiz.

14. yüzyılda İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde devletlerin “doğup büyüyüp ölmeleri” üzerine döngüsel bir kuram ortaya atmıştı. Ona göre göçebe kabilelerin dinamik ve sağlıklı (asabiyye ruhuna sahip) yapısı, yerleşik medeniyetlerde bir süre sonra yozlaşmaya uğrayacak; yozlaşan medeniyet zayıf düşünce, yeni göçebe dinamik grup tarafından yıkılacak ve devran böyle dönecekti. Tarih, İbn Haldun’ı doğrularcasına, Ortadoğu’da çeşitli imparatorluk ve devletlerin birbiri ardından yükselip düşüşüne sahne oldu. Ancak bu döngüler yalnızca maddi güçle ilgili değil; arkasında kolektif psikolojinin dinamikleri vardı. Şöyle ki: Zaferle sarhoş olan bir topluluk, zamanla ihtiyatını ve birliğini kaybedip bencillik ve iç çekişmelere dalıyor; bu da yenilgi ve çöküşü getiriyor. Yenilgi ise kolektif bilinçdışında bir travma olarak yer edip, kimlikte köklü bir savruluşa yol açıyor. Ardından gelen nesiller, ya bu travmanın intikamını almak için diş biliyor ya da içine kapanıp şöven yeni bir rücu kabuğu örüyor. Bu da yeni bir atılım veya patlama dönemine zemin hazırlıyor. Tarihin döngüselliği konusunda Nietzsche de “ebedi dönüş” metaforunu atarken, aslında biraz da insan doğasının değişmezliğine dikkat çekmiştir: Aynı hataları yapmaya mahkum muyuz?

Psikanalitik açıdan bakarsak, Freud’un bireyler için ileri sürdüğü “tekerrür zorlaması” (repetition compulsion) kavramını, toplumlar için de geçerli kabul edebiliriz. Freud, bazen kişilerin acı verici deneyimleri bilinçdışında tekrar canlandırmak için adeta yeniden sahnelediğini gözlemlemiştir. Bilinçli zihin bu eylemin farkında olmaz, hatta durumu dış faktörlere yükler; fakat örneğin, küçükken ebeveynleri tarafından terk edilmiş birinin ileriki hayatında kendini tekrar tekrar terk edileceği ilişkiler seçmesinde olduğu gibi, travma yeniden ve yeniden yaşanır. Toplumlar da çoğu zaman benzer bir hipnoz altında hareket eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası, defalarca savaşta yerle bir olmuş Avrupa kıtası, nihayet barışa yönelik bilinçli bir karar alarak Avrupa Birliği projesini çıkarmıştı. Oysa Orta Doğu, belki daha eski ve sarsıcı acılar yaşadığı için, bu tekrar döngüsünü kıramayacak kadar rüksal olarak yorgun veya öfkeli mi? Bu sorunun net bir yanıtı yok; fakat bir bakıma evet. Zira, bugün bölgede süre giden çatışmaları bir çizgi üzerinde iç içe geçmiş halkalar gibi düşünmek mümkün: Haçlı Seferleri’nin anısı Osmanlı fetihlerine reaksiyon doğurdu; Osmanlı sömürgeciliğine dair öfke Arap milliyetçiliğini besledi; Arapların bölgede geri kalmışlığı, İslamcı ideolojilerin doğuşunu tetikledi; bu ideolojiler içinde aşırı uçlar radikal terör hareketlerine evrildi; o terör eylemleri Batı’nın sert müdahalelerini davet etti; Batı müdahaleleri yeni kuşaklarda sömürge travmalarını canlandırdı vs. Bu döngü, sarmal bir biçimde aşağı çekiyor gibidir. Bir psikoterapide, kişi bilinçdışının karanlık sularına dalıp, oradaki yarayı bulup temizlemedikçe iyileşemez. Toplumlar için de belki benzerdir: Tekerrür eden tarih, bize “bak, işte çözülmemiş derdin aynısını yaşıyorsun” demektedir.

Tarihsel döngüleri kırmak mümkün mü? Bu soruya iyimser bir yanıt vermek isteriz. Evet, mümkün. Tarih bir yazgı değildir; eğer kolektif bilinçdışındaki motifleri bilinç düzeyine çıkarabilirsek, onlarla öz farkındalıkla yüzleşebilirsek, zinciri kırabiliriz. Jung’un ünlü bir sözü vardır: “Bilinçdışını bilince çıkarmadıkça, o senin hayatını yönetir ve sen buna kader dersin.” Aynı şeyi toplumlar için de söyleyebiliriz: Ortadoğu toplumları, kendi kolektif bilinçdışı travmalarını ve gölgelerini idrak edemedikçe, kendilerini hep aynı yazgıyı yaşarken bulacaklardır ve bunu “makus talih” ya da “böyle gelmiş böyle gider” diye kabulleneceklerdir. Oysa idrak, dönüşümü getirir.

Tarihsel döngüyü kırmanın yolu, kolektif bellekle yaratıcı bir diyalog kurmaktır. Yani geçmiş acıları unutmak ya da büyütmek değil; doğru ölçülerle hatırlayıp, onlardan yeni anlamlar ve dersler çıkarabilmektir. Güney Afrika’nın Apartheid sonrası başlattığı Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, kollektif düzeyde bir terapi deneyiydi mesela. Ortadoğu’da da belki ileride benzeri süreçler gerekebilecek: İç savaş ya da çatışmaları bitiren toplumlar, ardından karşılıklı olarak bir masaya oturup gerçekleri konuşacak, acıları paylaşacak ve birbirini anlamaya çalışacak. Bunlar şu an için ütopik gibi görünse de, ilk adımı belki de bu bilinç yükselişiyle başlamak gerekiyor. Zira kolektif bilinçdışı karanlıkta kaldıkça, tarih kendi kendini tekrar edecektir; ama karanlığa ışık tutulduğunda, yeni bir tarih yazma şansımız doğar.

Sonuç: Ortak Bir Ruhsal Harita

Ortadoğu toplumlarının kolektif bilinçdışını incelerken, aslında bir bakıma bölgenin ortak ruhsal haritasını çizmeye çalıştık. Bu haritada, dağ dorukları ve vadi çukurları misali, yüceltilen zafer anıları ve derine gömülen travmalar, nehirlere benzeyen tarihsel döngüler, ufku kaplayan arketipsel dağlar ve toprağın altında gizli kıvrılan kolektif gölgeler bulunuyor. Bu çerçeve, politik psikolojinin sağladığı büyük grup kimliği ve seçilmiş travma kavrayışını, tarihsel ve sosyolojik bir bakışla kolektif bellek ve tekrar desenleri analizini, felsefi bir derinlikle döngüsel tarih ve insan doğası yorumunu ve psikanalitik düşüncenin arketip ve gölge kavramlarını yaratıcı bir harmanda buluşturuyor. Ortaya çıkan tablo, bölgedeki çatışma ve benzeşimlerin salt ekonomik veya jeopolitik olmadığı; altta yatan bir ruhsal örüntüye sahip olduğu yönünde.

Bu özgün kuramsal yaklaşımın sahadaki karşılığı, hem akademisyenler hem de pratik uzmanlar için önem taşıyor. Akademik açıdan, Ortadoğu çalışmalarına psikolojik ve felsefi boyutlar ekleyerek disiplinlerarası bir perspektif sunuyoruz. Saha çalışanları (diplomatlar, politikacılar, psikologlar, barış müzakerecileri vb.) için ise bu çerçeve, günlük karar ve eylemlerinin görünmez motorlarını daha iyi kavrama imkânı sağlayabilir. Örneğin, bir barış görüşmesinde tarafların sadece yazılı talep ve çıkarlarını değil, ayrıca derinlerde yatan tarihsel korkularını, gölge projeksiyonlarını ve arketipsel beklentilerini de anlamak, kalıcı çözüm ihtimalini artırabilir.

Son olarak, bu yazının deneme tonu bizlere şunu hatırlatmak istiyor: Toplumlar da tıpkı insanlar gibi rüyalar görür, acı çeker, unutmak ister, ama aynı zamanda hatıralarından da kaçamaz. Ortadoğu’nun ortak rüyalarını, kabuslarını şefkatle dinlemek; bu kadim coğrafyanın bilinçdışını anlamak yolunda en önemli adımdır. Unutmayalım ki, karanlıkta görmezden gelinen, bilinçdışında bastırılan ne varsa, bilinç ışığı altına çıkarıldığında gücünü yitirir. Ortadoğu’nun geleceği için, geçmişin gölgeleriyle yüzleşmiş, travmalarını sağlıklı bir şekilde işlemiş ve ortak insanlık arketiplerinde buluşan bir bilinç, en büyük umut kaynağıdır.

Kaynakça

1. Jung, C. G. (1959). The Archetypes and The Collective Unconscious. Princeton University Press.

2. Durkheim, E. (1995). The Elementary Forms of Religious Life (Orijinal eser 1912). Free Press. (Kolektif bilinç kavramı için)

3. Volkan, V. D. (1997). Bloodlines: From Ethnic Pride to Ethnic Terrorism. Farrar, Straus and Giroux.

4. Halbwachs, M. (1992). On Collective Memory. University of Chicago Press.

5. Freud, S. (1930). Civilization and Its Discontents. (“Küçük farkların narsisizmi” kavramı için)

6. İbn Haldun (Ibn Khaldun). (1967). The Muqaddimah: An Introduction to History. (Franz Rosenthal çevirisi). Princeton University Press.

7. Singer, T., & Kimbles, S. (Eds.). (2004). The Cultural Complex: Contemporary Jungian Perspectives on Psyche and Society. Brunner-Routledge.

8. Yehuda, R., et al. (2016). “Holocaust Exposure Induced Intergenerational Effects on FKBP5 Methylation.” Biological Psychiatry, 80(5), 372–380.

9. Assmann, J. (1995). “Collective Memory and Cultural Identity.” New German Critique, (65), 125–133.

10. Girard, R. (1986). The Scapegoat. Johns Hopkins University Press.

Rıdvan Uysal